Maltepe'de, diğer Bölüklerde olmayan bir hususiyet vardı: Burada, KIT'AYI MUNTAZIRA denilen bir "Hazır Kıt'a Nöbeti" vardı. O zamanki Yedek Subay Namzedi bu Nöbetin tadını tatmıştır.
Kıt'ayı Muntazıra ismi verilen bu Nöbet silsilesi ayda veya üç haftada bir def'a bir Bölük tarafından bütün Tabur'un Nöbetleri 24 saat için deruhte edilirdi.
Kıt'ayı Muntazıra Bölüğü kendi Bölük mıntıkasına bir Takım bıraktıktan sonra diğer efradı ile Kışlalardan ayrı bir yerde üzeri çinko kaplı barakalara eşyası ile birlikte nakleder.
Mesela; Gündüz saat 12'de barakaya gelen Bölük o andan itibaren Taburun her tarafındaki nöbetleri deruhte etmek üzere derhal teslim almaya başlar.
Bir Taburda en aşağı on, on beş yerde nöbet vardır.
Nöbet mahallerinin fazla olması dolayısıyla nöbetler iki saat üzerine tanzim edilmiştir. Bölükten müfrez bu kuvvetten her nöbet değiştikte on, on beş kişi gittiğine göre bir kaç saat sonra bir namzede tekrar nöbet gelirdi. Bunun için her dört saatte bir, iki saat nöbet bekleneceğinden, sinirlerin bu hale tahammül edecek derecede kuvvetli bulunması lazımdı.
Bize bu tahammül kuvvetini, kudretini süpürge tohumu karışmış taş gibi siyah ve küflü ekmeklerden alınan kalori mi, yoksa Gençlik Kalorisi mi vermişti?
Hey gidi Gençlik, hey.
Nöbetleri teslim aldıktan sonra ikişer saat bekleye bekleye gece yarısını bulduk.
O saatte uykuya hasret çeken gözlere bakılsa bu gözlerde uykunun görünmeyen, bilinmeyen o hakim kuvvetin o parlak tabaka üzerinde sanki bir gölge gibi dolaştığı görülebilirdi.
Göz, hasretini çekmekte olduğu uykusuna kavuşmaya, onu, bir çift yorgan gibi yumuşak kapakları arasına kabul etmeye ne kadar sabırsızsa, bir hakimi mutlak olan Beynin bir hücresinde masası başında oturan irade Azmi de bu iki sevda zedeyi resmî nikahlarını, yani vazifelerini ifa etmeden birleştirmemekte sonuna kadar direnir.
Gece yarısından sonra Tabur Komutanlık binası kapısının iç kısmında nöbet bekliyorum.
Binada ses seda yok.
Kapıda ve içerde ışık da yok.
Gecenin donuk ziyası binanın alt katındaki taş avluda karanlığa nüfuz etmeye çalışıyor.
Bu geniş avlunun bir ucundan diğer ucuna birkaç def'a yürüyorum.
Altıncı Bölükte iken bir saatlik nöbetin fazlalığından bahsederken, şimdi iki saatlik nöbetlerden ikincisini bekliyorum.
Gündüz on ikiye kadar ihtimal bir iki nöbet daha bekleyecektim.
Ayakta durmaktan, yürümekten yorulan bacaklarımı dinlendirmek maksadı ile arkamı duvar'a dayayarak çömeldim. Silahımı, dipçiği yere gelmek suretiyle iki elimle önümde tutuyorum.
Bu andan itibaren ne olduğumu bilmiyorum.
Uyudum mu ? Hayır.
Şuurum, muhakemem yerinde.
Düşünebiliyorum, ilerimi görebiliyorum.
Fakat ne oluyor? Kollarım bir türlü kalkmıyor, başım çevrilmiyor, kendimi kaldıramıyorum.
Ayaklarım birer çivi ile sanki yere mıhlanmış, diz kapaklarımda kuvvet yok.
Vücudumu zorluyorum, birden sıçramak ve bağırmak istiyorum.
Fakat hiç bir şeye gücüm yetmiyor. Sesim bir türlü çıkmıyor.
Korkuyorum ve soğuk terler döktüğümün farkındayım.
Ya bu anda bir Kumandan geliverirse?
Tabur Komutanı Kürt Mustafa mı, yoksa Katil Mustafa mı, birisinden birisiydi ama hangisiydi hatırlayamıyorum.
Geliverirse ne olacak şimdi?
“Bir Asker için, bahusus Subay olacak bir genç için ne kadar ayıp şey." diyorum.
Bu korkulu düşünceler beni sarıyor. Son bir gayret sarf ederek yerinden kalkmak istiyorum ve kalkıyorum da.
Üzerime çöken bu kabusa galebe çaldıktan sonra manevi bir korkunun tesiri altında kapıya doğru yürüyor, binanın kuytu karanlıklarına uzaktan bakıyorum.
Hurafe'ye inanacak bir andayım. Düşünemiyorum ki.
Gençliğin tahammül kudreti o anda bir kriz geçirmiş ve ufak bir uğraşmadan sonra eski haline avdet etmişti.
İşte, Kıt'ayı Muntazıra (Hazır Kıt'a) Nöbetlerinde başıma böyle bir hal de gelmişti.
İlk askerliğin hem gülünç ve hem de acınacak cilveleri var:
Yine bir gün Bölüğümüz, Kıt'ayı Muntazıra hizmetini almıştı.
Nöbetimin birisi bizim Bölük binasının karşısındaki yokuşta, bir kişilik kulübede sabaha yakın bir zamana tesadüf etmişti.
Kulübe, rüzgardan, hava tesirlerinden masun olduğu için hoşuma da gitmedi değil.
Kendi kendime tatlı hülyalar mı kurmadım, çeşitli şarkılar mı söylemedim, ve öyle bir zaman geldi ki, ne düşünecek, ne de söylenecek bir şey kalmadı. Silahımı dizlerimin arasına alarak başımı hafifçe dayadığımı hatırlıyorum.
Karışık bir rüya görmekteyim: Rüyamda yine nöbetteyim. Öyle bir zaman da geliyor ki, uyuyorum. Uyandığım zaman da silahım yok.
Rüya içinde görünen bu garip rüyadan müthiş korku ve heyecanla uyanarak yerimden fırladığım zaman karşımda Yorgi ismindeki Rum namzedi görmeyeyim mi?
Silah da elimde yok.
Hakikatle karşılaşan bu rüyadan çıldıracak bir raddeye gelmiş, bütün hiddet ve kuvvetimle Yorgi'nin gırtlağına sarılarak kulübenin önündeki çimenliğe yatırıvermiştim.
Yorgi neye uğradığını bilemeyerek altımda yeminler ediyor, silahtan filan haberi olmadığını yalvararak temin ediyordu.
Onun bu yalvarışları karşısında hem ellerimi gevşetiyorum, hem de: “Şakayı bırak Yorgi. Bu iş eğlenceye şakaya gelmez. Sakladıysan söyle." diye ağlamaklı yalvarıyorum.
Israrlarımdan bir netice çıkaramayınca bu def'a beni müthiş bir telaştır aldı. Hatta Yorgi ile birlikte etrafı aramaya başladık. Kulübenin arkasına döndüğümüz zaman Tüfengi kulübeye dayalı olarak bulduk. Hafif çiseden ıslanmıştı.
Koğuşa geldiğim zaman şaşkınlığım hala geçmemişti. Kendi kendime düşünüyor, bu muzipliği kimin yaptığını tahmine çalışıyordum. "Yarın muhakkak meydana çıkar." dedim.
Fakat günler geçtiği halde hiç bir kimsenin ortaya çıkıp da bu şakanın kendisi tarafından yapıldığını söylediğini görmedim ve işitmedim.
Hala da düşünürüm: Bu işi yine de Yorgi mi yapmıştı acaba? Yoksa Nöbet yerlerini dolaşan bir Subay mı? Eğer Subay ise, onun asil vicdanına karşı gıyabi bir hürmet ve sevgi taşırım. Çünkü bu hareketi ile hem beni tehdit etmiş ve hem de bir ders vermiş oluyordu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder