15 Mayıs 2011 Pazar

19- Pontus Çetelerinin Takip ve İmhası

Yirmiiki yaşındayım.
Erlerim de benim kadar.
Karşısındaki subayını kendi yaşında, kendisi gibi koşan, sıçrayan, atlayan, canlı bir durumda görmek, aramızdaki rabıtayı bir kumandandan ziyade bir kardeş derecesine getiriyor.
Bakıyorum da beni o kadar çok seviyorlar ki, onlara desem ki; "Şurada ölmemiz icap ediyor." hiç düşünmeden, itiraz etmeden: "Hazırız. Emret." diyecekler sanki.
Ben bu asker ile neler yapmam, neler.
Ben bu askerle düşman taburlarını nasıl olur da imha etmem?
Elbette ederim.
Edeceğim de.
Bu ulvi düşünceyi Çakallı Köyünde dimağıma hak etmiş, kalbime sindire sindire içirmiştim.
Kanım kaynıyor.
Bir şeyler yapmak, bize kafa tuttuklarını gözlerimle gördüğüm Akrep'lerin başını ezmek için bir fırsat düşmesini canı gönülden arzu ediyor ve bekliyorum.
Nihayet bir gün bu fırsat da zuhur etti:
'Pontus Çeteleri'nin imhası" emri geldi.
Mevcut taburlar bir tarama yapmak üzere harekete geçtiler.
İstanbul'dan Anadolu'ya iltihaklar başladığı için bölüğümüze de "325 Harbiye Mezunu" Fevzi Bey isminde üsteğmen rütbesinde bir subay tayin edilmiş, bu suretle iki takımlı dört tüfekli bir bölük teşkil edilmiş bulunuyordu.
Bölük komutanı Fevzi Bey Çakallı'da kalıyor, biz dört tüfekle bu taramaya iştirak ediyorduk.
Bölük komutanıma dedim ki:
"Benim bir tek varlığım var hayatımda; anneciğim.
Onun için hayatımı fedadan çekinmem. Takibe çıktığımı duymaması lazım. Yazılmış bir kaç kart bırakıyorum size. Her
hafta gerekli tarihi yazarak postaya veriniz. Bu suretle de vazifeme huzur ile devam edebilirim."
Bölük komutanım bu arzumu memnuniyetle kabul etti.
Bu suretle kartlar her hafta postaya atılarak zavallı anneciğim, harpten ziyade korktuğu "Çete Takibi" endişe ve üzüntülerinden kurtarılmış oldu.
Kar, diz boyu.
Hayvanları patikadan yürütmek çok müşkül.
Hayvanların, her an ayaklarını karın derinliklerinden kurtarmak için yaptıkları şiddetli hareketler kayışları koparıyor, saraçlar tarafından dikilmek suretiyle geçen vakitler yavaş yavaş ilerlememize sebep oluyor.
Dağların ve ormanların derinliklerinde bütün kıtalar geniş bir hat üzerinde taramalar yapıyorlar.
Bir zaman sonra toplar da harekata iştirak ettiler.
Uzaktan, ormanın içerisinden kıtalarımıza yapılan çete ateşlerine ormanı top ateşine tutmakla mukabele ederek Pontus Çetelerini her gün geçtikçe çemberin içine sıkıştırmakta devam ediyoruz.
Nasıl, "Zito, Zito Venizelos." diye, Türk'ün zayıf zamanında yaygara koparmak nasılmış?
Türk kolay kızmaz. Fakat bir de kızarsa kızdıranların vay haline.
Fareler kapana girmek üzere, çırpınıp duruyorlar.
Çok uzaklardan bakıyoruz: Ormanların kenarlarında birerli kolda, odun parçası gibi omuzlarına rast gele koydukları silahları ile yürüyorlar.
Kurşun menzili haricinde olan bu çetecileri topçumuz boş bırakmıyor, başlarında patlatıyor.
Koşarak ormanlara dalıyorlar.
Nereye gidiyorlar, ne yapıyorlar bilmiyoruz. Fakat o kadar şaşkın halleri var ki, nereye gidecekler, ne yapacaklar, gözle görünür şekilde belli oluyor artık.
Alay komutanımdan bir emir aldım: Serniç ismi verilen bir köye derhal gitmekliğim bildiriliyordu.
İki makinalı tüfeğimle o azametli dağda kendimize yol aça aça ve döne döne tırmanmaktayız.
Hayvanları dağın tepesine bin müşkülat ile çıkarabildik.
Ben zannediyordum ki, her dağ gibi buranın da üzeri belli bir araziden ibaret.
Düşüncemin aksine önümüzde çok geniş bir düzlük belirdi. Karlara gömülmüş bir köy.
Burası Serniç Yaylası imiş.
Soğuktan çenelerimiz kenetlenmiş, kekeleyerek konuşabiliyoruz. Efrad ve hayvanları yerleştirdim. Ben de Alay komutanı Binbaşı Kamil Beyin bulunduğu eve
gittim.
Kamil Bey, yere serili bir şiltenin üzerinde bağdaş kurmuş. Odada tatlı bir ılıklık hasıl eden yanındaki soba hafif çıtırtılarla yanıyor. Karşısında birkaç tane de sivil köylü var.
Beni görür görmez neş'eli bir çehre ile:
“Hoş geldin evlat. Gel otur şuraya bakalım. Ben de seni bekliyordum. Buraya nasıl çıkabildin? Kaç adet tüfeğin var bakayım?" dedi. "İki" diye cevap verdim.
Yanındaki sivillere duyurmak ister bir şekilde:
"Çok güzel, çok güzel. Bir tüfek bir tabur demektir. O halde bize iki tabur daha gelmiş demektir." dedi.
Bir müddet daha oturduktan sonra müsaade alarak ayrıldım.
Alay komutanı, erkekleri dağlarda bulunan bu tehlikeli Rum köyünün, silahları ile birlikte teslim olmalarını köyün muhtar ve papazına söyleyerek: "Emrim kat'idir. Size bir gün müsaade ediyorum. Yarından itibaren çok şiddetli takibata geçeceğim." diyor.
Bu emre kimsenin aldırış etmediğini gören alay komutanı ertesi günü bir liste yaparak muhtara verdi: “çetelere ait şu evleri, yarın akşama kadar silahları ile gelip teslim olmadıkları takdirde yaktıracağım." dedi.
Bu şekildeki bir emir karşısında derhal harekete geçileceği zannedilirken ertesi günü yine kimse gelmedi.
Alay komutanı şiddet ve hiddet ile emrini verdi.
Bildirilen evler bir anda tutuşarak yanmaya başladı.
Köy, yükselen alevlerle bir anda aydınlanıverdi.
Çok kısa bir zaman sonra da bir kül yığını haline gelen evler gecenin karanlık ve sessizliği içerisinde kaybolup gittiler.
Emrin kat'i tatbiki tesirini göstermiş, ertesi günü sırası gelecek evlerin sahipleri ellerinde silahları ile birer ikişer sökün ederek teslim olmaya başladılar.
Yine de teslim olmamakta ısrar edenlere emir tatbik ediliyor, bunun şakaya gelir tarafı olmadığını anlayanlar da
teslim olmaktan başka çıkar yol bulamıyorlardı.
Bu suretle o mıntıka temizlenmiş oldu.
Kıt'ama iltihak etmek üzere müsaade aldım.
O gün ve gece sabaha kadar yürüdükten sonra Kocadağ'ın dibindeki köyde olduğunu öğrendiğimiz kıt'amıza geldik.
Arkadaşların oturduğu odaya geldiğim zaman ellerinde dumanları tüten birer bardak süt ile kahvaltı yapmakta idiler. Bana da bir bardak süt ikram ettiler.
Çok üşümüştüm.
Süt geldi.
Henüz ilk yudumu almıştım ki, kapı açıldı.
İçeri giren emir eri bana bir kağıt uzattı.
Kağıtta: "Safa Efendi, makinalı tüfeklerini al, sana bir de top verilecektir. Kuvay-ı Milliye'den iki kişi gönderiyorum. Vakit kaybetmeden onların sizi götürecekleri yere derhal hareket ediniz. İmza: Alay Komutanı Kamil." yazılı idi.
Top hazırlandı.
Henüz istirahat edemeden tekrar harekete geçiyoruz.
Nereye gitmekte olduğumuzu, Kuvay-ı Milliye'den olan rehberlere sordum: "Gideceğimiz yer çok uzak. Halil Turgut
Beyin bölüğü çetelerle müsademeye tutuşmuş, onlara yetişerek meseleyi halletmemiz lazım." dediler.
Akşama kadar yürüdük.
Yıldızlarla dolu bir gece başladı.
Hilal şeklindeki zayıf ay ışığı karların beyazlıkları ile donuk bir aydınlık hasıl ediyor.
Yol gösterenler: "Şu sırtın arkasındaki köyde müsademe oluyordu. Çete'ler orada idi." dediler.
Tüfekleri hayvanlardan indirerek sırtı aştık, köye doğru ilerlemeye başladık. Top da indirildi.
Bir az sonra karların üzerine yatarak sessiz bir halde duran köyü dinliyor, bir ses işitmeye çalışıyordum.
Ara sıra ışıklar dolaşıyor, bir takım sesler işitiliyordu. Tüfeklerden ayrılarak bir az daha yaklaştım.
Sesler bizim Mehmetçikler'e aitti.
Bunun üzerine hep birlikte köye girdik.
Beni, Halil Turgut'un odasına götürdüler.
Çok cesur ve faal bir subaydı Halil Turgut.
Gözleri kan çanağına dönmüş, çok üzgün ve bitkindi.
Beni yanına oturttu.

Köşeye bir kaç kanlı silah dayamışlar.
Her şeye rağmen bir şey sormaya dilim varmıyor ki.
Sükutu nihayet Halil Turgut bozdu:
“Çok yorgunuz Safa. Müsademe çok uzun sürdü. Şehitlerimiz de var. Duramıyorum, bana müsaade et. Yarın her şeyi
gözlerin ile görürsün." dedi.
Biz de çok yorgunduk zaten.
“Allah rahatlık versin." diyerek ayrıldım.
Ne gibi bir hadise cereyan etmişti burada?
Nasıl olmuştu da biz gelinceye kadar her şey bitmişti?
Ne olur, daha evvel haber yetiştirebilmiş olsalardı da bu müsademeye iştirak etmek fırsatını bulmuş olsaydık.
Yorgun olduğum halde merak ve endişe beni uyutmuyor.
Bir an evvel sabah olsa da Halil Turgut'un bana gözlerimle görebileceğimi söylediği şeyleri görsem ve anlasam.
Dalmışım.
Birdenbire yerinden fırladım.
Elbiselerimle yatmaya alışmıştım zaten.
Yüzümü yıkayarak uyku ve yorgunluk sersemliğini giderdikten sonra Halil Turgut'un yanına gittim.
Halil Turgut çoktan kalkmış oturuyor, sabah çayını içiyordu: "Gel bakalım Safa'cığım. Bir bardak çayımızı içmez misin?" diyerek bana yer gösterdi.
Teşekkür ederek oturdum.
O devam ile: "Hem çayımızı içelim, hem de sana müsademenin başlangıcını anlatayım, devamını ve sonunu da arazi üzerinde göstereyim.
Çetelerin izleri üzerinde ilerliyorduk.
Her köye uğrayarak sorup soruşturuyor, malumat almaya çalışıyorduk.
Bu köye de uzaktan tertibat alarak ilerlemeye başladık.
Bu arada Kuvay-ı Milliye'den ve eski çetelerden Kavak'lı bir kaç kahraman süvari atlarını sürerek köye girdiler.
Bizim de en önde bulunan uç mangamız köye iyice yaklaşmış bulunuyordu ki, şiddetli bir ateş önde giden mangadan bir kaç şehit verdirdi.
Bu hali görür görmez köyü sür'atle sarmaya başladık.
Köy sarılmış, çeteler de kapana düşmüştü.
Bu hadise nasıl oldu biliyor musun?
O bir kaç süvarimiz köye girince bir kapının önünde asker elbiseli birisini görmüşler ve ona: "Burada hangi kıt'a var?" diye sordukları sırada evin penceresinden üzerlerine tevcih edilen silahları görür görmez kendilerini derhal yere atarak oradaki bir köy fırınının arkasına sığınmışlar.
Uç mangamız da vaziyetten habersiz yanaşmış olduğundan, bir yaylım ateş ile karşılamış, vurulmayanlar kendilerini çukurlara atmışlar ve öylece kalmışlar.
Pontus çeteleri hileye baş vurarak asker elbisesi giymiş ve bu suretle bize bir kaç şehit verdirmişlerdi.
Muhasara tamamlandı ve şiddetli ateşe başladık.
Asker, ara sıra sıçrama yaparak çetelerin bulundukları eve yaklaşıyorlardı.
Ben muhasara hattını dolaşıyor, çete ateşinin zayıf noktalarını arıyordum.
Bir de baktım ki, bulunduğum noktaya hiç ateş gelmiyor. Sebebini araştırdım: Çetelerin bulundukları evin önündeki diğer bir ev bu ateşi tesirsiz bırakıyor. Demek ki o evde çete yoktu.
Ev tahtadan.
Şöyle bir karar verdim: Seçme çavuş ve onbaşılardan bir kaç kişiyi kazma, kürek ve baltalı olarak o eve gönderip arkadan kırdırarak bir gedik açmak ve içeriye girdikten sonra da yandaki çetelerin evini bombalar ile berhava etmek.
Bu karar, çok muvafık ve cazip gelmişti bana.
Emir verdim, baltalı askerlerim derhal eve koşmaya başladılar.
Fakat ne yazık ki, evin içinde bir yığın kadın ve çocuk varmış. Hep birlikte haykırmaya başladılar, Rumca olarak durumu izah ettiler.
Çeteler tehlikeyi derhal anlamış, ateş altındaki bir kaç çete bizim asker yetişene kadar o eve geçmeye muvaffak olmuştu.
Askerlerimiz henüz ellerindeki baltaları tahtalara vurmaya vakit dahi bulamadan pencerelerden atılan kurşunlarla şehit edilmişlerdi.
Olduğum yerde çıldıracak gibi oluyor, yerimde duramıyordum.
Kuvay-ı Milliye'lileri askerlerimizden ayrı bir yere yatırarak muhasara hattını onlarla ikmal etmiştim.
İşte, buraya kadar böyle.
Ameli kısmını gel dışarıda tamamlayalım." dedi.
Kalktık hazırlandık.
Karların üzerinde, iki kişinin geçebileceği şekilde katılaştırılmış dar bir yoldan yürüyoruz.
"Çetelerin bulundukları ev işte burasıdır." diye altı duvar ile örülmüş bir ev gösterdi Halil Turgut.
Duvarın üstüne de bir katlı tahta ev yapılmıştı.
Duvarın tahta ile birleştiği yerlere dışarıyı görebilecek ve silahlarını dayayabilecek birer delik açmışlar ve taştan tabii bir boy siperi haline getirdikleri bu duvarın arkasından müsademeye devam etmişlerdi.
Bahçede o eve uzanan bir çit var.
Evden itibaren çitin her bir kaç metre mesafesinde karlar üzerinde çoktan katılaşmış bir kaç çete cesedi yatıyordu.
Cesetlerden birisinin yanına geldik.
Halil Turgut bana hitaben:
"Bunu görüyor musun, işte bu, azılı bir şerir'di."
dedi.
Bir eline bizim süvarinin atından düşen heybeyi, bir eline de kendi silahını alıp kaçarken vurulmuş.
Bu sırada gözlerim, cesedin yanı başında karlara gömülmüş, ağzını bize doğru açmış bakan başka bir tüfek namlusu gördüm: "Şu nedir?" diye orada bulunanlara gösterince yanımızdaki çavuş derhal uzandı ve karların içerisinden bir tüfek çıkardı.
Halil Turgut dişlerini gıcırdatarak:
"Vay mel'un, vay. Biz de şehitlerden birisinin tüfeği ne oldu diye arayıp duruyorduk. Demek hem heybeyi ve hem de bu silahı almış, kaçarken de kurşunu yemiş ve silahı ölürken bile saklamayı ihmal etmemiş." diye mırıldandı.
Bir az ileride çetelere mensup bir kadın da elinde silahı ile yerde yatıyordu.
Bu ceset, meşhur çete reisinin karısı imiş.
Böyle muntazam mesafelerle bunları yere sermeye kim
muvaffak olmuştu acaba?
İşte bu işi başaran o kahraman Mehmetçik şurada, çite bitişik bir ağacın arkasına yatmış bekliyor:
Gece olmuş, hafif bir ay ışığı varmış.
Çetelerden birisi herhalde bir tecrübe yapmak maksadı ile dışarı çıkarak muhasarayı yararak kaçmak istemiş.
Sıçraya sıçraya ilerlemeye başlamış. Fakat ağaca tam yaklaştığı sırada bir kurşunda olduğu yere serilmiş.
Bu tecrübeyi bir tanesi daha denemeye kalkmış, o da kurşunu yemiş.
Bu şekilde beş, altı kişi temizleniyor.
Fakat her şeye rağmen çete reisi ihtiyatlı davranıyor: Çıkanlar selamete eriştiler mi, yoksa öteki dünyayı boyladılar mı diye düşünmüş olacak ki, ay ışığının kaybolmasını beklemiş. Bu bekleyiş anında bakıyor ki, bir noktaya şiddetli ateş ettikleri halde oradan buna karşılık veren yok. Gözlerine bu ciheti kestiriyorlar derhal.
Ay grub edip ortalık kararınca zaten sabah da yakın olduğundan "Ne olursa olsun" diyerek o istikamette harekete
geçiyorlar. Muhasaradan da kurtuluyorlar.
Meğer orada yatanlar, Kuvay-ı Milliye'den olup, soğuğun şiddetinden emir filan almadan bir az aşağıya çekiliyorlar. Çete bakiyesinin reisleri de başlarında olduğu halde kaçmalarına maalesef sebep olmuşlardı bu hareketleri ile.
Bize haber geldiği zaman zaten iş dün sabaha karşı halledilmişti bile. Ancak akşam gelebilmiştik.
Takip bir ay sürdü.
Bütün mıntıkalar Çetelerden temizlendiler.
Biz de Kavak yolu ile Çakallı'ya geldik.
Şehitlerimiz: Kavak'lı babayiğit çavuş, onbaşı ve erlerden ibaretti. Sedyelerle Kavak'a getirerek Hakkın rahmetine kanlı kefenleri ile tevdi ettik.

1 yorum:

  1. TSI titanium tent stakes - TITanium Art
    TSI titanium tent stakes - TITanium Art | TSI titanium tent stakes - TITanium Art | TSI titanium raft titanium tent stakes - TITanium Art | everquest: titanium edition TSI titanium dei titanium exhaust wrap tent stakes - TITanium Art titanium earrings sensitive ears | titanium drill bits TITanium Art

    YanıtlaSil