Bir ay devam eden çetelerin takibinden sonra artık istirahati hak etmiştim.
Samsun'a geldim.
Tümen Kumandanı Veysel Bey'den Samsunda kalmak üzere on beş gün izin aldım.
Bir kaç gün sonra da Takip'de üşütmek neticesi hastalandım. İznimin uzatılmasını tümen kumandanından rica ettim, uzatıldı.
İznimin bitmesine bir kaç gün kala tümenimizin cepheye hareket emri almış olduğu söylenmeye başladı.
Bir gün, dayımın mağazasında otururken Altıncı Bölük Komutanı Sürmeneli Yüzbaşı Mustafa Bey ile Samsunlu Hacı Hikmet Zade Yedek Subay Bekir Bey geldiler; "Havza'ya kadar bir yaylı araba tutarak üçümüz birlikte gidelim." dediler. Memnuniyetle kabul ettim.
Ertesi günü erkenden hareket ettik.
Çakallı köyüne geldiğimiz zaman Taburların hareket etmiş olduklarını öğrenerek Kavak nahiyesine geldik.
Taburlar Kavak'ta idiler.
Yaylı ile geldiğimizi gören tabur komutanı: "Madem ki altınızda bir araba var, Havza'ya sürün. Orada taburların bölüklerine konak hazırlayın. Hanlara, odalara işaretler koyun. Taburlar gelir gelmez muntazaman yerleşsinler.” dedi.
Havza'da taburlar gelinceye kadar bu işleri rahat rahat yaptık.
Samsun'a geldim.
Tümen Kumandanı Veysel Bey'den Samsunda kalmak üzere on beş gün izin aldım.
Bir kaç gün sonra da Takip'de üşütmek neticesi hastalandım. İznimin uzatılmasını tümen kumandanından rica ettim, uzatıldı.
İznimin bitmesine bir kaç gün kala tümenimizin cepheye hareket emri almış olduğu söylenmeye başladı.
Bir gün, dayımın mağazasında otururken Altıncı Bölük Komutanı Sürmeneli Yüzbaşı Mustafa Bey ile Samsunlu Hacı Hikmet Zade Yedek Subay Bekir Bey geldiler; "Havza'ya kadar bir yaylı araba tutarak üçümüz birlikte gidelim." dediler. Memnuniyetle kabul ettim.
Ertesi günü erkenden hareket ettik.
Çakallı köyüne geldiğimiz zaman Taburların hareket etmiş olduklarını öğrenerek Kavak nahiyesine geldik.
Taburlar Kavak'ta idiler.
Yaylı ile geldiğimizi gören tabur komutanı: "Madem ki altınızda bir araba var, Havza'ya sürün. Orada taburların bölüklerine konak hazırlayın. Hanlara, odalara işaretler koyun. Taburlar gelir gelmez muntazaman yerleşsinler.” dedi.
Havza'da taburlar gelinceye kadar bu işleri rahat rahat yaptık.
Burada bir gün istirahat verildi.
Havza'nın, Banyo'lara giden yokuşunun dibinde bir kahvehane vardı. Kahvehaneye bitişik bir odada arkadaşlarla birlikte oturuyoruz. Bölük komutanımız da içeriye geldi. Bir iskemleye oturduktan sonra o kadar insanın içinde bana hitaben ve yekten: "Sen izin alırsın, sonra da temdit ettirirsin öyle mi? Bak ben sana ne yapacağım. Seni, harpte harcayayım da gör." diye sinirli hareketlerle söylenmeye başladı.
Bu düşüncesiz sözler karşısında aksi bir mukabelede bulunmayı lüzumsuz buldum. Bununla beraber şunları söylemekten de kendimi alamadım:
"Siz, Çakallı'da oturup istirahat ederken ben dağlarda karların içerisinde Pontus çeteleri ile uğraştım. Sonra da şurada benim on gün istirahat alarak dinlenmiş olduğumu neden hoş görmüyorsunuz?"
Sesini çıkaramadı ve çıkıp gitti.
Bu muhavereyi bir köşede dinleyen sivil bir bey bana yaklaşarak:
"Ben, Kavak Nahiyesi Müdürü Murat. Oğlum, bu sözlere kapılarak sakın müteessir olma. Hiç kimsenin hayatı başka birisinin elinde değildir. Sana bir şey yapamaz o. Senin hayatın eğer onun elinde ise bırak o hayat da olmayıversin. Vatan ve Millet için Harb'e gittiğini hiç bir zaman unutma. Hatırından çıkartma. Vazifeni yap, geri tarafını Allahına bırak. O, seni korumasını bilir."
Trabzon eşrafından olduğunu öğrendiğim bu asil ve mert nahiye müdürü bana güzel bir ders ve cesaret veriyordu.
Bir az evvel bölük komutanının sözlerinden duyduğum derin teessürü bir anda sildi ve temizledi.
Merzifon, Çorum ve Sungurlu tarikiyle Yahşıhan'a geldik.
Yahşıhan'da, Ankara'ya bağlı bir tren hattı vardı. Taburların, bir kısım ağırlıkları ile efrat, vagonlara yerleştirildi.
Ankara'ya geldik.
Camilere ve bazı hanlara muvakkat bir zaman için taburlar taksim edildi.
O zamanki Ankara küçük bir vilayet merkezi idi.
Vilayet Konağının önünde gayri muntazam bir meydan, meydanın karşısında da sandalyeleri sokaklara sıralanmış bir kahvehane var.
Arkadaşlarımdan ayrılarak kahvehanenin olduğu tarafa doğru yürüdüm.
Sandalyelerden birisine oturmuş, diğerine bir kolunu dayamış ve diğer kolunu da dipçiği yere gelmek suretiyle amuden duran tüfeğinin namlusuna dayamış, yani üç sandalyeyi işgal etmiş bir genç ile göz göze geldik.
Beni görür görmez o derhal yerinden fırladı:
"Safa."
"Ziya."
Trabzon Sultanisinde (Lise) aynı sınıfda okuduğumuz arkadaşlardan Hemşinli Ziya idi.
Yani: ZİYA HURŞİT.
"Bune kıyafet, bu ne vaziyet Allahını seversen? Şehrin içinde, kahvenin önünde silahlı olarak oturabiliyorsun demek? Yoksa Kuvay-ı Milliye'den misin?" dedim.
Güldü.
Kahkaha ile güldü hem de.
"Ben, mebusum Safa." dedi.
"Ne, Sen mebus musun? Nasıl olur? Seninle benim ne farkımız var? Bu yaşta seni mebus yaparlar mı? Henüz yirmi iki yaşındayız, alay mı ediyorsun?"
Çok şen bir gençti.
Öyle bir gülüyordu ki.
Beni yanına oturttu.
"Epeyce hizmetim var Safa. Bunun için beni mebus yapmak istediler. Bu sebepten yaşımı büyültmeye mecbur oldum. Anladın mı şimdi işin iç yüzünü?" dedi.
"Anladım Ziya, anladım." dedim.
Evet, sen koskoca bir mebus. Ben ise harbe gitmek üzere Ankara'ya gelmiş çocukluk arkadaşın, yedek asteğmen Safa. Allah sana, Büyük Millet Meclisi'ndeki vazifelerinde muvaffakıyet, bize de cephelerde düşman ile muzafferiyet ile çarpışmak nasib eylesin.
Kalktım, vedalaşarak ayrıldım.
Arkadaşlar, bir az ileride kahvehanenin önünde bir masanın etrafına oturmuşlardı.
Yanlarına geldim.
Daha henüz oturmuştum ki, karşımıza uzun boylu, siyah bir pardösü giymiş, mavi gözlü, çok sevimli, güler yüzlü ve bir bakışla insana hürmet ve saygı telkin eden sivil bir şahıs geldi.
Mütebessim bir çehre ile bizi süzdükten sonra;
"Ben, tümeninize yeni tayin edilen ŞÜKRÜ NAİLİ." diyerek kendisini taktim eder etmez derhal ayağa kalkarak hürmetle selamladık.
O da yanımıza oturdu.
Hepimize birden çay, kahve ısmarladı.
Bizlerle bir müddet görüştükten sonra kalktı:
"Serbest oturun, istirahat edin." diyerek ellerimizi ayrı ayrı sıktıktan sonra uzaklaştı.
Samsun'dan tümen kumandanımız olmadan gelmiştik.
Şu bir kaç dakika içerisinde bizi kendisine derin bir hürmet ve sevgi ile bağlayan, mütevazi bir tümen kumandanı ile görüşmekten duyduğumuz memnuniyeti büyük bir sevinç ile izhar ediyor, Allah'a, bize böyle bir tümen kumandanı gönderdiğinden dolayı ne kadar teşekkür etsek, sevinsek azdır diyorduk.
Miralay (Albay) ŞÜKRÜ NAİLİ Beyin bu babacan hareketi tümenimizin harpte göstereceği muvaffakıyetler için kat'i bir amil olacağını hissettiriyordu.
Subaylarına karşı candan sevgi gösteren bu gibi kumandanların müşfik, kahraman, cesur ve zeki insanlar olduğu bir çok tecrübelerle sabit olmuştur.
Havza'nın, Banyo'lara giden yokuşunun dibinde bir kahvehane vardı. Kahvehaneye bitişik bir odada arkadaşlarla birlikte oturuyoruz. Bölük komutanımız da içeriye geldi. Bir iskemleye oturduktan sonra o kadar insanın içinde bana hitaben ve yekten: "Sen izin alırsın, sonra da temdit ettirirsin öyle mi? Bak ben sana ne yapacağım. Seni, harpte harcayayım da gör." diye sinirli hareketlerle söylenmeye başladı.
Bu düşüncesiz sözler karşısında aksi bir mukabelede bulunmayı lüzumsuz buldum. Bununla beraber şunları söylemekten de kendimi alamadım:
"Siz, Çakallı'da oturup istirahat ederken ben dağlarda karların içerisinde Pontus çeteleri ile uğraştım. Sonra da şurada benim on gün istirahat alarak dinlenmiş olduğumu neden hoş görmüyorsunuz?"
Sesini çıkaramadı ve çıkıp gitti.
Bu muhavereyi bir köşede dinleyen sivil bir bey bana yaklaşarak:
"Ben, Kavak Nahiyesi Müdürü Murat. Oğlum, bu sözlere kapılarak sakın müteessir olma. Hiç kimsenin hayatı başka birisinin elinde değildir. Sana bir şey yapamaz o. Senin hayatın eğer onun elinde ise bırak o hayat da olmayıversin. Vatan ve Millet için Harb'e gittiğini hiç bir zaman unutma. Hatırından çıkartma. Vazifeni yap, geri tarafını Allahına bırak. O, seni korumasını bilir."
Trabzon eşrafından olduğunu öğrendiğim bu asil ve mert nahiye müdürü bana güzel bir ders ve cesaret veriyordu.
Bir az evvel bölük komutanının sözlerinden duyduğum derin teessürü bir anda sildi ve temizledi.
Merzifon, Çorum ve Sungurlu tarikiyle Yahşıhan'a geldik.
Yahşıhan'da, Ankara'ya bağlı bir tren hattı vardı. Taburların, bir kısım ağırlıkları ile efrat, vagonlara yerleştirildi.
Ankara'ya geldik.
Camilere ve bazı hanlara muvakkat bir zaman için taburlar taksim edildi.
O zamanki Ankara küçük bir vilayet merkezi idi.
Vilayet Konağının önünde gayri muntazam bir meydan, meydanın karşısında da sandalyeleri sokaklara sıralanmış bir kahvehane var.
Arkadaşlarımdan ayrılarak kahvehanenin olduğu tarafa doğru yürüdüm.
Sandalyelerden birisine oturmuş, diğerine bir kolunu dayamış ve diğer kolunu da dipçiği yere gelmek suretiyle amuden duran tüfeğinin namlusuna dayamış, yani üç sandalyeyi işgal etmiş bir genç ile göz göze geldik.
Beni görür görmez o derhal yerinden fırladı:
"Safa."
"Ziya."
Trabzon Sultanisinde (Lise) aynı sınıfda okuduğumuz arkadaşlardan Hemşinli Ziya idi.
Yani: ZİYA HURŞİT.
"Bune kıyafet, bu ne vaziyet Allahını seversen? Şehrin içinde, kahvenin önünde silahlı olarak oturabiliyorsun demek? Yoksa Kuvay-ı Milliye'den misin?" dedim.
Güldü.
Kahkaha ile güldü hem de.
"Ben, mebusum Safa." dedi.
"Ne, Sen mebus musun? Nasıl olur? Seninle benim ne farkımız var? Bu yaşta seni mebus yaparlar mı? Henüz yirmi iki yaşındayız, alay mı ediyorsun?"
Çok şen bir gençti.
Öyle bir gülüyordu ki.
Beni yanına oturttu.
"Epeyce hizmetim var Safa. Bunun için beni mebus yapmak istediler. Bu sebepten yaşımı büyültmeye mecbur oldum. Anladın mı şimdi işin iç yüzünü?" dedi.
"Anladım Ziya, anladım." dedim.
Evet, sen koskoca bir mebus. Ben ise harbe gitmek üzere Ankara'ya gelmiş çocukluk arkadaşın, yedek asteğmen Safa. Allah sana, Büyük Millet Meclisi'ndeki vazifelerinde muvaffakıyet, bize de cephelerde düşman ile muzafferiyet ile çarpışmak nasib eylesin.
Kalktım, vedalaşarak ayrıldım.
Arkadaşlar, bir az ileride kahvehanenin önünde bir masanın etrafına oturmuşlardı.
Yanlarına geldim.
Daha henüz oturmuştum ki, karşımıza uzun boylu, siyah bir pardösü giymiş, mavi gözlü, çok sevimli, güler yüzlü ve bir bakışla insana hürmet ve saygı telkin eden sivil bir şahıs geldi.
Mütebessim bir çehre ile bizi süzdükten sonra;
"Ben, tümeninize yeni tayin edilen ŞÜKRÜ NAİLİ." diyerek kendisini taktim eder etmez derhal ayağa kalkarak hürmetle selamladık.
O da yanımıza oturdu.
Hepimize birden çay, kahve ısmarladı.
Bizlerle bir müddet görüştükten sonra kalktı:
"Serbest oturun, istirahat edin." diyerek ellerimizi ayrı ayrı sıktıktan sonra uzaklaştı.
Samsun'dan tümen kumandanımız olmadan gelmiştik.
Şu bir kaç dakika içerisinde bizi kendisine derin bir hürmet ve sevgi ile bağlayan, mütevazi bir tümen kumandanı ile görüşmekten duyduğumuz memnuniyeti büyük bir sevinç ile izhar ediyor, Allah'a, bize böyle bir tümen kumandanı gönderdiğinden dolayı ne kadar teşekkür etsek, sevinsek azdır diyorduk.
Miralay (Albay) ŞÜKRÜ NAİLİ Beyin bu babacan hareketi tümenimizin harpte göstereceği muvaffakıyetler için kat'i bir amil olacağını hissettiriyordu.
Subaylarına karşı candan sevgi gösteren bu gibi kumandanların müşfik, kahraman, cesur ve zeki insanlar olduğu bir çok tecrübelerle sabit olmuştur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder