31 Mayıs 2011 Salı

21 - Garp Cephesi Kumandanı İsmet Paşa Tarafından Tümenimizin Teftişi

21 Mayıs 1921
Sabuncupınar istasyonu civarında bulunan tümenimizin Garp Cephesi Kumandanı İsmet Paşa tarafından teftiş edileceği bildirildi.
Böylelikle İsmet Paşa'yı ilk def'a olarak burada yakından tanımak fırsatını elde etmiş olduk.
Çok genç ve dinç bir kumandan idi.
Kalpağını sol kulağı üzerine yatırmıştı.
Bastığı yerleri adeta titreten sert adımlarla ve bizlere paralel yürüyüşü ile kıt'amızı baştan başa kat ederek mütebessim bir çehre, içi gülen gözlerle ve icab ettikçe hatır sorarak teftişini nihayete erdirdi.
Teftişin bitiminden bir müddet sonra da Paşanın, bütün subayları yanına istediği bildirildi.
Toplanarak bir hilal şeklinde önünde mevki aldık.
Kendisi yüksekçe bir yere çıkmıştı.
Zeka dolu  gözlerini bütün Subayların yüzlerinde
gezdirerek şu mealda bir konuşma yaptı:
"On beşinci tümeni fevkalade buldum.
Allahın izni ile sizlerden beklediğimiz muvaffakıyet ve muzafferiyetlerinize muharebe meydanlarında şahit oluruz.
Yalnız, şunu söylemek isterim: edindiğimiz malumatlardan anlaşılmış bulunuyor ki; çarpışacağınız düşmanın kendisine mahsus garip bir hasleti vardır. Bu da, muharebe esnasında şiddetli yaygara ve gürültü ile hareket etmeleridir. Böyle yapmakla herhalde maneviyat bozacaklarını zannetmektedirler. Bu gibi gülünç hareketlere sureti kat'iyetde ehemmiyet vermeyeceksiniz.
Yaygara ve gürültü koparan bu düşmanınızı on metre mesafeden karşılıyacaksınız.
Bu şekildeki bir ikazım şu anda sizlere basit görünebilir. Fakat muharebe esnasında bu gibi hareketler karşısında en ufak bir ihmal, çok kötü neticeler meydana getirebilir.
Titizlikle üzerinde duruyor ve ehemmiyetle bir daha ikaz ediyorum: bu çapulcu manevralarına kendinizi ve efradınızı şimdiden hazırlayınız. Onları on metreye kadar muhakkak bekleyiniz.
Muharebe esnasında bu gibi manevralara aldananlar, ihmal edenler can kaygusuna düşerler, vatani vazifelerini ihmal ederler.
Böyle bir duruma sebep olacak arkadaşları şiddetle cezalandıracağımı kat'iyetle bildirerek işin ehemmiyetini bir kere daha hatırlatmak isterim."
İfade bakımından bu son cümle bütün subay arkadaşlar arasında şok tesiri yapmıştı. Yüz adalelerinin kasılarak ifadenin bir anda değişiverdiği alenen belli olmuştu.
Dudakların yerine yüz hatları konuşuyordu:
"Yarı okşayan, yarı tehdit eden bu sözler bizleri müteessir etti. Çünkü biz, işgal edilmiş bir memlekette düşman askerleri ile karşılaşmış ve derhal silaha sarılarak yeniden bölük, tabur ve alaylar teşkil etmiş, sonra da muharebeye iştirak için gece gündüz yürüyerek Ankara'ya gelmiş, tam teçhizatlı ve arslanlarla dolu bir tümenin subaylarıyız.
Karşımızdaki düşman sürülerinin yaygara ve gürültülerine aldanacak, onların uzaktan gelen seslerinden korkarak savuşup gidecek insanlar mıyız ki, on metreden karşılamamız şiddetle emrediliyor?" deniliyordu sanki.
Bu canlı ifade değişikliği ve şekli İsmet Paşa'nın o zeka kıvılcımları ile dolu gözleri tarafından bir anda tespit edilivermişti.
Tekrar konuşmak lüzumunu hissettiği zaman öyle mahirane ve okşayıcı kelimeler kullanarak son cümlesini yeniden açıkladı ki, o zamanki körpe dimağımın bu açıklama ihtiyacını seziş ve anlayışına el an hayret ederim.
İkinci konuşması kısa fakat çok kuvvetli ve gönül alıcı olmuştu.
Konuşmasının sonunu şöyle bağladılar:
"Bu yaygaralar, şüphesiz ki sizlerin süngülerinizle susturulacaktır. Onlar, Türklerin karşısına çıkmaktan ziyade uzaktan bağırıp çağırma usulüne baş vurmayı münasip görmektedirler."
İçi gülen gözlerini gözlerimize dikerek:
“Sizlere söz veriyorum: bu tümeni İzmir garnizonu yapacağım." vaadinde bulundular.
Konuşmasının bu son cümlesi bu sefer hepimizi sevindirmişti.
Gözlerimizde tüten İzmir'in hayali ve ona garnizon olabilmek gururu ve sevinci içerisinde kendisinden ayrıldık.
Aşağılarda arz edeceğim harp hatıralarımda Paşa'nın dediği gibi düşmanı değil on metreden karşılamak, bu mesafeyi "BİR KOL" kadar kısaltmış bulunduk.
İsmet Paşa o günkü vaadini, tümenimizi İzmir garnizonu yapmak suretiyle yerine getirmiştir.
O zamanki genç ve dinç kumandan bu gün ihtiyar bir kaplan duruşu ve ileriyi gören duyuşu ile yine memleket ve millet işlerine kendisini hasretmiş bir durumdadır.
Vatan ve millet için çalışanları Allah bu milletin başından eksik etmesin.

22 Mayıs 2011 Pazar

20 - Cepheye Hareket. Ankara'ya Muvasalat. Ziya Hurşit'e Tesadüfüm

Bir ay devam eden çetelerin takibinden sonra artık istirahati hak etmiştim.
Samsun'a geldim.
Tümen Kumandanı Veysel Bey'den Samsunda kalmak üzere on beş gün izin aldım.
Bir kaç gün sonra da Takip'de üşütmek neticesi hastalandım. İznimin uzatılmasını tümen kumandanından rica ettim, uzatıldı.
İznimin bitmesine bir kaç gün kala tümenimizin cepheye hareket emri almış olduğu söylenmeye başladı.
Bir gün, dayımın mağazasında otururken Altıncı Bölük Komutanı Sürmeneli Yüzbaşı Mustafa Bey ile Samsunlu Hacı Hikmet Zade Yedek Subay Bekir Bey geldiler; "Havza'ya kadar bir yaylı araba tutarak üçümüz birlikte gidelim." dediler. Memnuniyetle kabul ettim.
Ertesi günü erkenden hareket ettik.
Çakallı köyüne geldiğimiz zaman Taburların hareket etmiş olduklarını öğrenerek Kavak nahiyesine geldik.
Taburlar Kavak'ta idiler.
Yaylı ile geldiğimizi gören tabur komutanı: "Madem ki altınızda bir araba var, Havza'ya sürün. Orada taburların bölüklerine konak hazırlayın. Hanlara, odalara işaretler koyun. Taburlar gelir gelmez muntazaman yerleşsinler.” dedi.
Havza'da taburlar gelinceye kadar bu işleri rahat rahat yaptık.
Burada bir gün istirahat verildi.
Havza'nın, Banyo'lara giden yokuşunun dibinde bir kahvehane vardı. Kahvehaneye bitişik bir odada arkadaşlarla birlikte oturuyoruz. Bölük komutanımız da içeriye geldi. Bir iskemleye oturduktan sonra o kadar insanın içinde bana hitaben ve yekten: "Sen izin alırsın, sonra da temdit ettirirsin öyle mi? Bak ben sana ne yapacağım. Seni, harpte harcayayım da gör." diye sinirli hareketlerle söylenmeye başladı.
Bu düşüncesiz sözler karşısında aksi bir mukabelede bulunmayı lüzumsuz buldum. Bununla beraber şunları söylemekten de kendimi alamadım:
"Siz, Çakallı'da oturup istirahat ederken ben dağlarda karların içerisinde Pontus çeteleri ile uğraştım. Sonra da şurada benim on gün istirahat alarak dinlenmiş olduğumu neden hoş görmüyorsunuz?"
Sesini çıkaramadı ve çıkıp gitti.
Bu muhavereyi bir köşede dinleyen sivil bir bey bana yaklaşarak:
"Ben, Kavak Nahiyesi Müdürü Murat. Oğlum, bu sözlere kapılarak sakın müteessir olma. Hiç kimsenin hayatı başka birisinin elinde değildir. Sana bir şey yapamaz o. Senin hayatın eğer onun elinde ise bırak o hayat da olmayıversin. Vatan ve Millet için Harb'e gittiğini hiç bir zaman unutma. Hatırından çıkartma. Vazifeni yap, geri tarafını Allahına bırak. O, seni korumasını bilir."
Trabzon eşrafından olduğunu öğrendiğim bu asil ve mert nahiye müdürü bana güzel bir ders ve cesaret veriyordu.
Bir az evvel bölük komutanının sözlerinden duyduğum derin teessürü bir anda sildi ve temizledi.
Merzifon, Çorum ve Sungurlu tarikiyle
Yahşıhan'a geldik.
Yahşıhan'da, Ankara'ya bağlı bir tren
hattı vardı. Taburların, bir kısım ağırlıkları ile efrat, vagonlara yerleştirildi.
Ankara'ya geldik.
Camilere ve bazı hanlara muvakkat bir
zaman için taburlar taksim edildi.
O zamanki Ankara küçük bir vilayet merkezi idi.

Vilayet Konağının önünde gayri muntazam bir meydan, meydanın karşısında da sandalyeleri sokaklara sıralanmış bir kahvehane var.
Arkadaşlarımdan ayrılarak kahvehanenin olduğu tarafa doğru yürüdüm.
Sandalyelerden birisine oturmuş, diğerine bir kolunu dayamış ve diğer kolunu da dipçiği yere gelmek suretiyle amuden duran tüfeğinin namlusuna dayamış, yani üç sandalyeyi işgal etmiş bir genç ile göz göze geldik.
Beni görür görmez o derhal yerinden fırladı:
"Safa."
"Ziya."
Trabzon Sultanisinde (Lise) aynı sınıfda okuduğumuz arkadaşlardan Hemşinli Ziya idi.
Yani: ZİYA HURŞİT.
"Bune kıyafet, bu ne vaziyet Allahını seversen? Şehrin içinde, kahvenin önünde silahlı olarak oturabiliyorsun demek? Yoksa Kuvay-ı Milliye'den misin?" dedim.
Güldü.
Kahkaha ile güldü hem de.
"Ben, mebusum Safa." dedi.
"Ne, Sen mebus musun? Nasıl olur? Seninle benim ne farkımız var? Bu yaşta seni mebus yaparlar mı? Henüz yirmi iki yaşındayız, alay mı ediyorsun?"
Çok şen bir gençti.
Öyle bir gülüyordu ki.
Beni yanına oturttu.
"Epeyce hizmetim var Safa. Bunun için beni mebus yapmak istediler. Bu sebepten yaşımı büyültmeye mecbur oldum. Anladın mı şimdi işin iç yüzünü?" dedi.
"Anladım Ziya, anladım." dedim.
Evet, sen koskoca bir mebus. Ben ise harbe gitmek üzere Ankara'ya gelmiş çocukluk arkadaşın, yedek asteğmen Safa. Allah sana, Büyük Millet Meclisi'ndeki vazifelerinde muvaffakıyet, bize de cephelerde düşman ile muzafferiyet ile çarpışmak nasib eylesin.
Kalktım, vedalaşarak ayrıldım.

Arkadaşlar, bir az ileride kahvehanenin önünde bir masanın etrafına oturmuşlardı.
Yanlarına geldim.
Daha henüz oturmuştum ki, karşımıza uzun boylu, siyah bir pardösü giymiş, mavi gözlü, çok sevimli, güler yüzlü ve bir bakışla insana hürmet ve saygı telkin eden sivil bir şahıs geldi.
Mütebessim bir çehre ile bizi süzdükten sonra;
"Ben, tümeninize yeni tayin edilen ŞÜKRÜ NAİLİ." diyerek kendisini taktim eder etmez derhal ayağa kalkarak hürmetle selamladık.

O da yanımıza oturdu.
Hepimize birden çay, kahve ısmarladı.
Bizlerle bir müddet görüştükten sonra kalktı:
"Serbest oturun, istirahat edin." diyerek ellerimizi ayrı ayrı sıktıktan sonra uzaklaştı.
Samsun'dan tümen kumandanımız olmadan gelmiştik.
Şu bir kaç dakika içerisinde bizi kendisine derin bir hürmet ve sevgi ile bağlayan, mütevazi bir tümen kumandanı ile görüşmekten duyduğumuz memnuniyeti büyük bir sevinç ile izhar ediyor, Allah'a, bize böyle bir tümen kumandanı gönderdiğinden dolayı ne kadar teşekkür etsek, sevinsek azdır diyorduk.
Miralay (Albay) ŞÜKRÜ NAİLİ Beyin bu babacan hareketi tümenimizin harpte göstereceği muvaffakıyetler için kat'i bir amil olacağını hissettiriyordu.
Subaylarına karşı candan sevgi gösteren bu gibi kumandanların müşfik, kahraman, cesur ve zeki insanlar olduğu bir çok tecrübelerle sabit olmuştur.

15 Mayıs 2011 Pazar

19- Pontus Çetelerinin Takip ve İmhası

Yirmiiki yaşındayım.
Erlerim de benim kadar.
Karşısındaki subayını kendi yaşında, kendisi gibi koşan, sıçrayan, atlayan, canlı bir durumda görmek, aramızdaki rabıtayı bir kumandandan ziyade bir kardeş derecesine getiriyor.
Bakıyorum da beni o kadar çok seviyorlar ki, onlara desem ki; "Şurada ölmemiz icap ediyor." hiç düşünmeden, itiraz etmeden: "Hazırız. Emret." diyecekler sanki.
Ben bu asker ile neler yapmam, neler.
Ben bu askerle düşman taburlarını nasıl olur da imha etmem?
Elbette ederim.
Edeceğim de.
Bu ulvi düşünceyi Çakallı Köyünde dimağıma hak etmiş, kalbime sindire sindire içirmiştim.
Kanım kaynıyor.
Bir şeyler yapmak, bize kafa tuttuklarını gözlerimle gördüğüm Akrep'lerin başını ezmek için bir fırsat düşmesini canı gönülden arzu ediyor ve bekliyorum.
Nihayet bir gün bu fırsat da zuhur etti:
'Pontus Çeteleri'nin imhası" emri geldi.
Mevcut taburlar bir tarama yapmak üzere harekete geçtiler.
İstanbul'dan Anadolu'ya iltihaklar başladığı için bölüğümüze de "325 Harbiye Mezunu" Fevzi Bey isminde üsteğmen rütbesinde bir subay tayin edilmiş, bu suretle iki takımlı dört tüfekli bir bölük teşkil edilmiş bulunuyordu.
Bölük komutanı Fevzi Bey Çakallı'da kalıyor, biz dört tüfekle bu taramaya iştirak ediyorduk.
Bölük komutanıma dedim ki:
"Benim bir tek varlığım var hayatımda; anneciğim.
Onun için hayatımı fedadan çekinmem. Takibe çıktığımı duymaması lazım. Yazılmış bir kaç kart bırakıyorum size. Her
hafta gerekli tarihi yazarak postaya veriniz. Bu suretle de vazifeme huzur ile devam edebilirim."
Bölük komutanım bu arzumu memnuniyetle kabul etti.
Bu suretle kartlar her hafta postaya atılarak zavallı anneciğim, harpten ziyade korktuğu "Çete Takibi" endişe ve üzüntülerinden kurtarılmış oldu.
Kar, diz boyu.
Hayvanları patikadan yürütmek çok müşkül.
Hayvanların, her an ayaklarını karın derinliklerinden kurtarmak için yaptıkları şiddetli hareketler kayışları koparıyor, saraçlar tarafından dikilmek suretiyle geçen vakitler yavaş yavaş ilerlememize sebep oluyor.
Dağların ve ormanların derinliklerinde bütün kıtalar geniş bir hat üzerinde taramalar yapıyorlar.
Bir zaman sonra toplar da harekata iştirak ettiler.
Uzaktan, ormanın içerisinden kıtalarımıza yapılan çete ateşlerine ormanı top ateşine tutmakla mukabele ederek Pontus Çetelerini her gün geçtikçe çemberin içine sıkıştırmakta devam ediyoruz.
Nasıl, "Zito, Zito Venizelos." diye, Türk'ün zayıf zamanında yaygara koparmak nasılmış?
Türk kolay kızmaz. Fakat bir de kızarsa kızdıranların vay haline.
Fareler kapana girmek üzere, çırpınıp duruyorlar.
Çok uzaklardan bakıyoruz: Ormanların kenarlarında birerli kolda, odun parçası gibi omuzlarına rast gele koydukları silahları ile yürüyorlar.
Kurşun menzili haricinde olan bu çetecileri topçumuz boş bırakmıyor, başlarında patlatıyor.
Koşarak ormanlara dalıyorlar.
Nereye gidiyorlar, ne yapıyorlar bilmiyoruz. Fakat o kadar şaşkın halleri var ki, nereye gidecekler, ne yapacaklar, gözle görünür şekilde belli oluyor artık.
Alay komutanımdan bir emir aldım: Serniç ismi verilen bir köye derhal gitmekliğim bildiriliyordu.
İki makinalı tüfeğimle o azametli dağda kendimize yol aça aça ve döne döne tırmanmaktayız.
Hayvanları dağın tepesine bin müşkülat ile çıkarabildik.
Ben zannediyordum ki, her dağ gibi buranın da üzeri belli bir araziden ibaret.
Düşüncemin aksine önümüzde çok geniş bir düzlük belirdi. Karlara gömülmüş bir köy.
Burası Serniç Yaylası imiş.
Soğuktan çenelerimiz kenetlenmiş, kekeleyerek konuşabiliyoruz. Efrad ve hayvanları yerleştirdim. Ben de Alay komutanı Binbaşı Kamil Beyin bulunduğu eve
gittim.
Kamil Bey, yere serili bir şiltenin üzerinde bağdaş kurmuş. Odada tatlı bir ılıklık hasıl eden yanındaki soba hafif çıtırtılarla yanıyor. Karşısında birkaç tane de sivil köylü var.
Beni görür görmez neş'eli bir çehre ile:
“Hoş geldin evlat. Gel otur şuraya bakalım. Ben de seni bekliyordum. Buraya nasıl çıkabildin? Kaç adet tüfeğin var bakayım?" dedi. "İki" diye cevap verdim.
Yanındaki sivillere duyurmak ister bir şekilde:
"Çok güzel, çok güzel. Bir tüfek bir tabur demektir. O halde bize iki tabur daha gelmiş demektir." dedi.
Bir müddet daha oturduktan sonra müsaade alarak ayrıldım.
Alay komutanı, erkekleri dağlarda bulunan bu tehlikeli Rum köyünün, silahları ile birlikte teslim olmalarını köyün muhtar ve papazına söyleyerek: "Emrim kat'idir. Size bir gün müsaade ediyorum. Yarından itibaren çok şiddetli takibata geçeceğim." diyor.
Bu emre kimsenin aldırış etmediğini gören alay komutanı ertesi günü bir liste yaparak muhtara verdi: “çetelere ait şu evleri, yarın akşama kadar silahları ile gelip teslim olmadıkları takdirde yaktıracağım." dedi.
Bu şekildeki bir emir karşısında derhal harekete geçileceği zannedilirken ertesi günü yine kimse gelmedi.
Alay komutanı şiddet ve hiddet ile emrini verdi.
Bildirilen evler bir anda tutuşarak yanmaya başladı.
Köy, yükselen alevlerle bir anda aydınlanıverdi.
Çok kısa bir zaman sonra da bir kül yığını haline gelen evler gecenin karanlık ve sessizliği içerisinde kaybolup gittiler.
Emrin kat'i tatbiki tesirini göstermiş, ertesi günü sırası gelecek evlerin sahipleri ellerinde silahları ile birer ikişer sökün ederek teslim olmaya başladılar.
Yine de teslim olmamakta ısrar edenlere emir tatbik ediliyor, bunun şakaya gelir tarafı olmadığını anlayanlar da
teslim olmaktan başka çıkar yol bulamıyorlardı.
Bu suretle o mıntıka temizlenmiş oldu.
Kıt'ama iltihak etmek üzere müsaade aldım.
O gün ve gece sabaha kadar yürüdükten sonra Kocadağ'ın dibindeki köyde olduğunu öğrendiğimiz kıt'amıza geldik.
Arkadaşların oturduğu odaya geldiğim zaman ellerinde dumanları tüten birer bardak süt ile kahvaltı yapmakta idiler. Bana da bir bardak süt ikram ettiler.
Çok üşümüştüm.
Süt geldi.
Henüz ilk yudumu almıştım ki, kapı açıldı.
İçeri giren emir eri bana bir kağıt uzattı.
Kağıtta: "Safa Efendi, makinalı tüfeklerini al, sana bir de top verilecektir. Kuvay-ı Milliye'den iki kişi gönderiyorum. Vakit kaybetmeden onların sizi götürecekleri yere derhal hareket ediniz. İmza: Alay Komutanı Kamil." yazılı idi.
Top hazırlandı.
Henüz istirahat edemeden tekrar harekete geçiyoruz.
Nereye gitmekte olduğumuzu, Kuvay-ı Milliye'den olan rehberlere sordum: "Gideceğimiz yer çok uzak. Halil Turgut
Beyin bölüğü çetelerle müsademeye tutuşmuş, onlara yetişerek meseleyi halletmemiz lazım." dediler.
Akşama kadar yürüdük.
Yıldızlarla dolu bir gece başladı.
Hilal şeklindeki zayıf ay ışığı karların beyazlıkları ile donuk bir aydınlık hasıl ediyor.
Yol gösterenler: "Şu sırtın arkasındaki köyde müsademe oluyordu. Çete'ler orada idi." dediler.
Tüfekleri hayvanlardan indirerek sırtı aştık, köye doğru ilerlemeye başladık. Top da indirildi.
Bir az sonra karların üzerine yatarak sessiz bir halde duran köyü dinliyor, bir ses işitmeye çalışıyordum.
Ara sıra ışıklar dolaşıyor, bir takım sesler işitiliyordu. Tüfeklerden ayrılarak bir az daha yaklaştım.
Sesler bizim Mehmetçikler'e aitti.
Bunun üzerine hep birlikte köye girdik.
Beni, Halil Turgut'un odasına götürdüler.
Çok cesur ve faal bir subaydı Halil Turgut.
Gözleri kan çanağına dönmüş, çok üzgün ve bitkindi.
Beni yanına oturttu.

Köşeye bir kaç kanlı silah dayamışlar.
Her şeye rağmen bir şey sormaya dilim varmıyor ki.
Sükutu nihayet Halil Turgut bozdu:
“Çok yorgunuz Safa. Müsademe çok uzun sürdü. Şehitlerimiz de var. Duramıyorum, bana müsaade et. Yarın her şeyi
gözlerin ile görürsün." dedi.
Biz de çok yorgunduk zaten.
“Allah rahatlık versin." diyerek ayrıldım.
Ne gibi bir hadise cereyan etmişti burada?
Nasıl olmuştu da biz gelinceye kadar her şey bitmişti?
Ne olur, daha evvel haber yetiştirebilmiş olsalardı da bu müsademeye iştirak etmek fırsatını bulmuş olsaydık.
Yorgun olduğum halde merak ve endişe beni uyutmuyor.
Bir an evvel sabah olsa da Halil Turgut'un bana gözlerimle görebileceğimi söylediği şeyleri görsem ve anlasam.
Dalmışım.
Birdenbire yerinden fırladım.
Elbiselerimle yatmaya alışmıştım zaten.
Yüzümü yıkayarak uyku ve yorgunluk sersemliğini giderdikten sonra Halil Turgut'un yanına gittim.
Halil Turgut çoktan kalkmış oturuyor, sabah çayını içiyordu: "Gel bakalım Safa'cığım. Bir bardak çayımızı içmez misin?" diyerek bana yer gösterdi.
Teşekkür ederek oturdum.
O devam ile: "Hem çayımızı içelim, hem de sana müsademenin başlangıcını anlatayım, devamını ve sonunu da arazi üzerinde göstereyim.
Çetelerin izleri üzerinde ilerliyorduk.
Her köye uğrayarak sorup soruşturuyor, malumat almaya çalışıyorduk.
Bu köye de uzaktan tertibat alarak ilerlemeye başladık.
Bu arada Kuvay-ı Milliye'den ve eski çetelerden Kavak'lı bir kaç kahraman süvari atlarını sürerek köye girdiler.
Bizim de en önde bulunan uç mangamız köye iyice yaklaşmış bulunuyordu ki, şiddetli bir ateş önde giden mangadan bir kaç şehit verdirdi.
Bu hali görür görmez köyü sür'atle sarmaya başladık.
Köy sarılmış, çeteler de kapana düşmüştü.
Bu hadise nasıl oldu biliyor musun?
O bir kaç süvarimiz köye girince bir kapının önünde asker elbiseli birisini görmüşler ve ona: "Burada hangi kıt'a var?" diye sordukları sırada evin penceresinden üzerlerine tevcih edilen silahları görür görmez kendilerini derhal yere atarak oradaki bir köy fırınının arkasına sığınmışlar.
Uç mangamız da vaziyetten habersiz yanaşmış olduğundan, bir yaylım ateş ile karşılamış, vurulmayanlar kendilerini çukurlara atmışlar ve öylece kalmışlar.
Pontus çeteleri hileye baş vurarak asker elbisesi giymiş ve bu suretle bize bir kaç şehit verdirmişlerdi.
Muhasara tamamlandı ve şiddetli ateşe başladık.
Asker, ara sıra sıçrama yaparak çetelerin bulundukları eve yaklaşıyorlardı.
Ben muhasara hattını dolaşıyor, çete ateşinin zayıf noktalarını arıyordum.
Bir de baktım ki, bulunduğum noktaya hiç ateş gelmiyor. Sebebini araştırdım: Çetelerin bulundukları evin önündeki diğer bir ev bu ateşi tesirsiz bırakıyor. Demek ki o evde çete yoktu.
Ev tahtadan.
Şöyle bir karar verdim: Seçme çavuş ve onbaşılardan bir kaç kişiyi kazma, kürek ve baltalı olarak o eve gönderip arkadan kırdırarak bir gedik açmak ve içeriye girdikten sonra da yandaki çetelerin evini bombalar ile berhava etmek.
Bu karar, çok muvafık ve cazip gelmişti bana.
Emir verdim, baltalı askerlerim derhal eve koşmaya başladılar.
Fakat ne yazık ki, evin içinde bir yığın kadın ve çocuk varmış. Hep birlikte haykırmaya başladılar, Rumca olarak durumu izah ettiler.
Çeteler tehlikeyi derhal anlamış, ateş altındaki bir kaç çete bizim asker yetişene kadar o eve geçmeye muvaffak olmuştu.
Askerlerimiz henüz ellerindeki baltaları tahtalara vurmaya vakit dahi bulamadan pencerelerden atılan kurşunlarla şehit edilmişlerdi.
Olduğum yerde çıldıracak gibi oluyor, yerimde duramıyordum.
Kuvay-ı Milliye'lileri askerlerimizden ayrı bir yere yatırarak muhasara hattını onlarla ikmal etmiştim.
İşte, buraya kadar böyle.
Ameli kısmını gel dışarıda tamamlayalım." dedi.
Kalktık hazırlandık.
Karların üzerinde, iki kişinin geçebileceği şekilde katılaştırılmış dar bir yoldan yürüyoruz.
"Çetelerin bulundukları ev işte burasıdır." diye altı duvar ile örülmüş bir ev gösterdi Halil Turgut.
Duvarın üstüne de bir katlı tahta ev yapılmıştı.
Duvarın tahta ile birleştiği yerlere dışarıyı görebilecek ve silahlarını dayayabilecek birer delik açmışlar ve taştan tabii bir boy siperi haline getirdikleri bu duvarın arkasından müsademeye devam etmişlerdi.
Bahçede o eve uzanan bir çit var.
Evden itibaren çitin her bir kaç metre mesafesinde karlar üzerinde çoktan katılaşmış bir kaç çete cesedi yatıyordu.
Cesetlerden birisinin yanına geldik.
Halil Turgut bana hitaben:
"Bunu görüyor musun, işte bu, azılı bir şerir'di."
dedi.
Bir eline bizim süvarinin atından düşen heybeyi, bir eline de kendi silahını alıp kaçarken vurulmuş.
Bu sırada gözlerim, cesedin yanı başında karlara gömülmüş, ağzını bize doğru açmış bakan başka bir tüfek namlusu gördüm: "Şu nedir?" diye orada bulunanlara gösterince yanımızdaki çavuş derhal uzandı ve karların içerisinden bir tüfek çıkardı.
Halil Turgut dişlerini gıcırdatarak:
"Vay mel'un, vay. Biz de şehitlerden birisinin tüfeği ne oldu diye arayıp duruyorduk. Demek hem heybeyi ve hem de bu silahı almış, kaçarken de kurşunu yemiş ve silahı ölürken bile saklamayı ihmal etmemiş." diye mırıldandı.
Bir az ileride çetelere mensup bir kadın da elinde silahı ile yerde yatıyordu.
Bu ceset, meşhur çete reisinin karısı imiş.
Böyle muntazam mesafelerle bunları yere sermeye kim
muvaffak olmuştu acaba?
İşte bu işi başaran o kahraman Mehmetçik şurada, çite bitişik bir ağacın arkasına yatmış bekliyor:
Gece olmuş, hafif bir ay ışığı varmış.
Çetelerden birisi herhalde bir tecrübe yapmak maksadı ile dışarı çıkarak muhasarayı yararak kaçmak istemiş.
Sıçraya sıçraya ilerlemeye başlamış. Fakat ağaca tam yaklaştığı sırada bir kurşunda olduğu yere serilmiş.
Bu tecrübeyi bir tanesi daha denemeye kalkmış, o da kurşunu yemiş.
Bu şekilde beş, altı kişi temizleniyor.
Fakat her şeye rağmen çete reisi ihtiyatlı davranıyor: Çıkanlar selamete eriştiler mi, yoksa öteki dünyayı boyladılar mı diye düşünmüş olacak ki, ay ışığının kaybolmasını beklemiş. Bu bekleyiş anında bakıyor ki, bir noktaya şiddetli ateş ettikleri halde oradan buna karşılık veren yok. Gözlerine bu ciheti kestiriyorlar derhal.
Ay grub edip ortalık kararınca zaten sabah da yakın olduğundan "Ne olursa olsun" diyerek o istikamette harekete
geçiyorlar. Muhasaradan da kurtuluyorlar.
Meğer orada yatanlar, Kuvay-ı Milliye'den olup, soğuğun şiddetinden emir filan almadan bir az aşağıya çekiliyorlar. Çete bakiyesinin reisleri de başlarında olduğu halde kaçmalarına maalesef sebep olmuşlardı bu hareketleri ile.
Bize haber geldiği zaman zaten iş dün sabaha karşı halledilmişti bile. Ancak akşam gelebilmiştik.
Takip bir ay sürdü.
Bütün mıntıkalar Çetelerden temizlendiler.
Biz de Kavak yolu ile Çakallı'ya geldik.
Şehitlerimiz: Kavak'lı babayiğit çavuş, onbaşı ve erlerden ibaretti. Sedyelerle Kavak'a getirerek Hakkın rahmetine kanlı kefenleri ile tevdi ettik.

18- Tehlikeli Geceler; Subay Elbisesini Giyişim; Vazifeye Başlamam

Rumlardaki taşkınlığın derecesi tarif edilir gibi değildi. Gün geçtikçe her an daha tehlikeli hal almakta, geceleri sokaklarda gezmek; göz göre göre ölüme atılmak gibi bir şey.
Elli veya yüzer metre aralıkla dikilmiş, yalnız bulunduğu bir kaç metre muhitini zayıf bir ışık ile aydınlatabilen küçük gaz lambaları, caddeleri aydınlatmak değil, bilakis koyu gölgeli donuk bir ışığın korkunç varlıkları halinde.
Uzaktan gelen bir gölgenin dost veya düşman olduğunu anlamak için yanına kadar gelmesini beklemek icap ediyor. Karşıdan gelen de aynı düşüncelerle hareket etmektedir muhakkak.
İki gölgenin karşı karşıya gelmeleri düz bir hat üzerinde imkansız. Ancak helezoni hareketlerle kendilerini koruyarak uzaklaşan ve evlerine salimen yetişebilmek saadetine kavuşmayı can kaygısı ile gönülden dileyen bu insanların halleri ne zamana kadar devam edecek?
Kaç gece elim tabancamın tetiğinde, esasen Rum mahallesinde bulunan evimize sağ olarak gitmek kısmet olacak mı diye ne kadar heyecanlı dakikalar geçirmiştim.
Rum Çeteleri artık şehrin içerisinde de gezmeye başlıyorlar.
Odun pazarı denilen geniş düzlükte Polislerimizle müsademeden çekinmiyorlar bu çeteler.
Bu hadiselerdir ki, Türkleri mukabil tertibat almaya sevk etti: TÜRK ÇETELERİ de faaliyete geçtiler.
İşte bu hercü merc içerisinde vazifeye koşma zamanının geldiği bildirildi.
Subay elbisemi giydim.
ÇAKALLI Köyünde bulunan 15 inci Tümenin 45 inci Alayının 2'nci Tabur 8'inci Makinalı Tüfek Bölüğüne gittim.
*
(*Resim, "Genel Kurmay Başkanlığı Harp Tarihi Başkanlığı Resmi Yayınları, Seri No:1 Türk İstiklal Harbi II. Cilt Batı Cephesi" adlı yayından alınmıştır. Resmi temin eden Süleyman Duman'a teşekkür ederim. Özellikle Sakarya muharebesini konu eden ve bu blogtan da yararlanan twitter hesabı için https://twitter.com/MSuleymanDuman)
İsmi Bölük.
Mevcudu 20, 30 kişi ya var ya yok.
Yani Bölüklerin iskeleti.
Makinalı tüfekler Umumi Harp'den kalma. Derme çatma ve hurda halinde birer külçe. Tüfekçi Ustasının geceli gündüzlü himmet ve gayreti ile iş görebilir bir hale getiriliyor.
Bölük'de Yüzbaşı yok.
Muvazzaf bir Teğmen var: Şerafettin Bey.
Ben ise henüz Asteğmenim.
Bu arada yeni yeni efrad gelmeye başlıyor.
Onların talim ve terbiyeleri ile çok sıkı şekilde alakadar oluyoruz.
Az zamanda mühim varlık haline gelebilmek için de buna mecburuz zaten. Zira Rumlarda PONTUS TEŞKİLATI çok
kuvvetli.
Dağlar, ormanlar silahlı çetelerle dolu.
Rum Köyleri arasında sıkışıp kalmış Türk Köyleri imha tehlikesi geçirmekte.
Her şeye rağmen gençlik deliliklerimden de vazgeçemiyorum bu arada:
Samsun ile Çakallı arasındaki mesafe at ile iki saati buluyor.
Her taraf da kar ile kaplı.
Fırtınalar, geçilmesi icab eden muazzam dağların tepelerinde görüş imkanını ortadan kaldırıyor. Ve benim
vicdanım, bu şartlara rağmen, Samsun'a gidip anneciğimi görmemi bana adeta emrediyor.
Değme babayiğitin harcı olmayan kararlar vererek bu şartlar altında atıma atladığım gibi Samsun yolunu tutuyorum.
Yollarda kimsecikler de yok.
Öyle yerler var ki, sık ormanlar yol ile birleşmiş, aynı hizada uzanıyor.
Buraları dört nalla geçiyorum.
Geçiyorum ama hiç düşünmüyorum ki, ormandan atılacak bir kurşun ile karların üzerine yuvarlanır ve bir geyik gibi avlanırım.
Şayanı şükrandır ki, burnum bile kanamadan çok defalar Samsuna gidip geldim, bir fena tesadüfe kurban olmaktan kurtuldum. Büyüklerim de acaba benim gibi mi düşünüyorlardı ki; "Böyle havalarda ne işin var, buralarda ne arıyorsun? Oğlum gelme." diyerek beni bu delice hareketlerimden vazgeçirmek akıllarına bile gelmiyordu.
Günler geçtikçe efrad yekunu bölüklerde kabarmaya başladı. Bu hali gördükçe o kadar seviniyorum ki.
Elbiseler, silahlar yenileniyor, esasen ruhundaki mertlik ve kahramanlığı Allahın en büyük bir nimet ve lütfu olarak yaradılışından beri muhafaza eden Türk Askeri, talim ve terbiyede az zamanda yetişmiş bulunuyordu.
Onlara artık her hususta güvenebilirdik.
İyi yetiştirilmiş bir Makinalı Tüfek Bölüğü neler yapmaz neler.
Allah kısmet ederse onların arasında düşmanla çarpışmak ve onlara küçük de olsam kumanda edebilmek şerefine mazhariyet göğsümü iftihar ile kabartıyor, gurur duyuyorum.

14 Mayıs 2011 Cumartesi

17- Kalkınma

İzmir, Yunanlılar tarafından işgal edildi.
Bu haber Samsunluları çıldırtıyor.
Bir şey yapamamaktan mütevellit teessürle, ölümü göze almaktan bir an bile çekinmeyecek olan bu Karadeniz Çocuklarına şu anda neler yaptırılmaz, neler.
Bir Türk, ölümle karşı karşıya geldi mi, ölümün ondan korkarak yüzgeri ettiğini, yarattığı mucize ve harikalar müteaddit defalar isabet etmiştir.
Bu Kahraman Millet, son defa olarak ölümle karşı karşıya gelmiş bir durumda olduğuna göre mutlak surette ölümü kovalayacak, Avrupanın dilinden düşürmediği HASTA ADAM bir daha ölmemek üzere dirilecektir.
Nitekim kımıldama, hatta ayağa kalkma ve canlılık hareketleri başlamış bulunuyor bile:
Bir akşam, Eniştemin evine geldiğim zaman bir takım seslerin, münakaşaların yandaki odadan salona taşmakta
olduğunu işitiyorum.
Bu seslerin kimlere ait olduklarını tahmin etmeye çalışıyordum ki, sesler kesildi.
O sırada, henüz 9-10 yaşlarında bulunan, teyzemin kızı Necdet'in ince sesi yükseldi. Bu sessizliği bozmamak için kapıyı yavaşça araladım.
Manzaranın ulviyeti beni ayakta olduğum yere çiviledi: Avukatlardan Kemal Hikmet, bilahare Samsun Milletvekili olan Bafralı Emin, Doktor Hasan Fehmi Bey, dayım, Şair H.Rüştü (Coşkun) ve iki eniştem, Necdet'i bir iskemleye çıkartmışlar, gözlerini de onun masum yüzüne dikmişler, ezbere söylemekte olduğu manzumeyi yaşaran gözlerle dinliyorlar.
Manzumenin sonlarına doğru Kemal Hikmet dayanamayarak hüngür hüngür ağlamaya başladı bir çocuk gibi.
Hem gözlerini mendili ile siliyor, hem de: "Bunu kimyazmış acaba Rüştü Bey? Beni ağlattı." diye dayıma soruyordu.
Dayım, ayakta duran beni göstererek:
"İşte burada, Safa'yı takdim ederim."
Kemal Hikmet, cümlenin tamamlanmasına vakit bırakmadan yerinden fırlıyarak boynuma sarıldı:
"Aramızda sizin gibi vatanperver gençlerimiz bulundukça, aciz insanlar gibi ağlamak bize hiç yakışmıyor. Bu olaydan dolayı üzüntü duyuyorum." gibi mert bir lisan ile konuşuyor, benim, o zamanın gençleri arasında bir şeyler karalamaya yeltenen benliğimi, körpe dimağımı ateşlemek için takdirkar sözlerle birer kıvılcım gönderiyordu.
Çok genç varlığımı baştan başa kaplayan vatan sevgisi'nin, o yazıları karalamakla çoktan tutuşmuş olduğuna
şüphe yoktu.
İşte, o manzumenin hatırımda kalan kısımları:
Biz nesle mukadder bu halı görmek,
Görmekten ehvendir yüz kere ölmek.
Şahit mi olduk bu inkizara,
Eyvah ki Vatan döndü mezara.
Millet canını feda ederken,
Dullarla yetimler hem ah ederken,
Var mıydı soran ne için girdik,
Dört beş senedir mülkü devirdik.
Bi asıl gaye böyle bir Harbe
Yenir mi şimdi böyle bir darbe?
Gülsün mü düşman biz ağlar iken,
Ecdadına Türkün boyunlar eğen.
Ahfadı düşman Türk karşısında,
Gezsin mi mağrur Türk çarşısında?
Fatih nerede, Selim nerede?
Üstünde a'sar geçen Irak'a
Baktıkça bu gün böyle fırak'a,
Ağlar yürekler demirden olsa.
Selim de kalksa, lanetle sorsa:
Dicle nerede, Fırat nerede?
Ağla ey gönül, kan dolsun sinen,
Yerlerde yatarken sevgili ninen.
İnliyor ve diyor hazin hazin:
Kalbim yareli, yarem pek derin.
Ufkumda yükselen nazlı Hilal
Sarıyor beni kanlı bir melâl.
Kurtar beni benim için ağlayan
Yarem olmadan bir an kangren.
Keşki ben bir zaman alil yaşarım,
Yaşasın koynunda öz evlatlarım.

10 Mayıs 2011 Salı

16- Rumların Zito'ları: Silahlı Nümayişler

Bir gün Samsun'da Buğday Pazarındaki mağazanın balkonundayım:
Bir aralık İskele Yolundan öyle bir uğultu gelmeye başladı ki, birdenbire çıkan bir fırtınanın dalgaları, şehrin caddelerini dolduruyor gibi.
Uğultu gittikçe yaklaşıyor.
Bizim Rum Vatandaşlar ortalarına bir Papaz almışlar "Zito, Zito Venizelos" diye bağıra bağıra geliyorlar.
Hayretten dona kaldım.
Hep birlikte başlarında senelerce taşıdıkları feslerini yerlere atarak çiğniyorlar, tepiniyorlardı.
Gürültünün sebebini merak edip de tesadüfen köşe başlarına gelmiş bulunan resmi polis bu manzarayı görünce fena bir hadiseye sebep olmamak için olacak çekildiler.
Açıkça ve alçakça devam eden bu taşkınlık karşısında memleketin ezeli ve ebedi sahibi olan Türklerin soğukkanlılığı ne kadar ulvi bir manzara arz etmekte idi.
Evimiz, dört bir tarafı Rum evleri ile çevrili, Frenk Kilisesinin bitişiğinde.
Akşam olunca eve geldim.
O zaman evlerimizin tertibatı eski usul, pencerelerin önleri boydan boya yastıklı sedirlerle döşenmiş.
Arkamızı pencere tarafına dayamış oturuyoruz, o günkü hadiseyi anlatıyoruz.
Cadde birdenbire silah sesleri ile çınlamaya başladı.
Kurşunlar vızır vızır geçiyor.
Karşımızda, “Çatal Sakal" denilen bir Rum Doktorun evi var. Kale gibi bir şeydi bu ev.
Doktor, kapısının önüne çıkmış tabancasını fütursuzca ateşleyip duruyor. Neşesinden de neler söylemiyor, neler? Serseri veya kasti bir kurşuna yok yere hedef olmamak için evdeki çoluk çocuk hep birden sedirden inerek döşemenin üzerine oturdular.
Gençlik bu ya: Ben de, fırsat bulup bir türlü tecrübesini yapamadığım tabancamı tam sırasıdır diyerek ve ne olur ne olmaz lazım olur düşüncesi ile ateş kabiliyetini de anlamak için bacadan ateşlemeye başladım.
Sesler bir müddet sonra kesildi.
Bu taşkınlık da bizim için hasta bulunan ruhlarımıza birer bardak Taze Hayat veren ilaç yerine geçti.

8 Mayıs 2011 Pazar

15- Samsun: Kurtarıcıya Tesadüf

Samsun kan ağlıyor.
Tanıdığım bütün çehreler sararmış, ateş saçan gözlerde ümitsizlikten, sönmeye başlayan bir mum pırıltısı bile görünmüyor.
Dudaklarda neş'eli tebessümlerin yerinde acı bir kıvrılış var. Ayakta dolaşan bir yığın ölülerle karşı karşıyayım sanki.
Bununla beraber bu insanlarda Basübadelmevt'i bekleyen mütevekkil ve cesur bir haleti ruhiye göze çarpıyor.
Bir şeyler istiyorlar ve bekliyorlar.
Tarihe binlerce şan ve şeref destanları yazdırmış bir millete bu duruş, bu muattal yaşayış hiç de yakışmıyor.
Eğer bu şaşkınlık anında onları harekete geçirecek bir ÖNDER ortaya çıksa, kainatı alt üst etmeye kâfi gelecek.
İşte bu mucize zuhur etti.
Bir sabah, Askerlik Şubesine giden yoldan Frenk Kilisesinin bir az aşağısından ilerliyorum.
Sol tarafımda sert adımlarla aynı istikamette giden genç ve ateş gibi bir PAŞA gördüm.
Yalnızdı.
Yanında kimse de yoktu.
Yürürken, yer sarsılıyor gibi geldi bana adeta.
ONU hiç görmemiştim.
Tanımıyordum.
Bir az geriledim ve arkadan gelen bir Subay'a sordum:
"MUSTAFA KEMAL PAŞA.” dedi.

14- Terhis: Memlekete Hareket

Terhis başlamış bulunuyor artık.
Uğruna hayatıma fedadan bir an çekinmeyeceğim sevgili İstanbul'umun sokaklarında İşgal Kuvvetleri'ni görmek azap ve işkencesine dayanmak kuvvetini kendimde bulamıyor, buradan bir an evvel uzaklaşmak istiyorum.
Ne hazin tecellidir ki, yukarılarda, Talimgah hayatından bahsederken, ONA yakından kavuşmak için koskoca ve mümtaz gençlerden mürekkep bir Bölük Yedek Subay Namzedi içerisinden Bölük Komutanının: "Çarşamba'dan İstanbul'a gidebilmek için kendine güvenen varsa buyursun imtihan meydanına. Şu şartla ki, o kimseler muvaffak olamazlarsa değil bu hafta, gelecek hafta da izinli gidemeyeceğini göze alarak gelsinler karşıma.” diye meydan okuduğu zaman nasıl atılmıştım ve bütün talimleri hatasızsa sona erdirmeye muvaffak olarak ve hatta Bölük Komutanının: "Ben sizlere Çarşambadan izin veriyorum ama yakalanırsanız karışmam, mes'uliyeti bana ait değil." gibi kaçamaklı müsaadesine bile ehemmiyet vermeyerek Bostancı'dan İstanbul'a kadar gitmiş iken bu gün ondan kaçıyor, ONUN düşman çizmeleri altında inleyen sesine tahammül edecek kuvvet ve kudreti kendimde bulamıyorum.
O gün Ondan ayrıldım.
Fakat ümitsiz olarak değil.
Bir kaç sene sonra ONU ilelebet kurtarmak üzere GÜLCEMAL Vapuruna bindim.

13- Mütareke: Düşman Donanmaları İstanbul'da

1918 senesinin, sisli, mağmum bir günü sabahında gözlerimizi açtığımız zaman, acı, çok acı bir haberle sarsıldık. Mütareke ilan edilmiş, Düşman Donanmaları Marmara'ya girerek İstanbul'a doğru ilerlemektedirler.
Kartal'dan bir trene atlayarak Haydarpaşa'ya geldim.
Haydarpaşa'nın, iskeleye inen geniş merdivenlerinden bu haberin hakikat olup olmadığına bir türlü inanamayarak Sarayburnu, Dolmabahçe istikametine bakıyorum.
Bu, sisli ve çiseli sema altında Marmara, kaşlarını çatmış, gazabından moraran, kararan korkunç bir çehrenin sert bakışları ile, göğsüne pervasızca ilerleyen bir yığın düşman gemilerini süzüyor ve sonra kurşuni bir tül altında musibet, felaket ve nihayet esarete mahkûm edilmek korku ve düşüncesi ile ağlayan İstanbul'a, bu zavallı, talihsiz ve uğruna yüzbinlerce vatan evladının seve seve canlarını feda ettiği Canım İstanbul'a, kalbime saplanan binlerce hançer darbelerinin müthiş ızdıraplarını duya duya, ağlaya ağlaya ve derin derin baktım.
Aylarca süren kanlı bir boğuşmayı müteakip Türk'ün iman dolu çelik göğsünü 58'lik mermileri ile ve son sistem silahları ile bir türlü delemeyen, dünyanın yüzmilyonları aşan koskoca hükumetlerinin o mağrur ve muazzam donanmaları, nihayet kahredilmiş ve perişan bir halde ÇANAKKALE'yi terk etmeye mecbur edilmişken bu gün yine o TÜRK'ün müsaadesi ile kapılarından girerek Sarayburnu, Haydarpaşa, Dolmabahçe önlerine demir atmak üzereydiler.
Aman Yarabbi; Şu İngiliz, Fransız bayraklarını hamil Dretnotlar neyse ne ama, ya şu, karşımda Haydarpaşa'nın burnunun dibinde ilerleyen Palikarya da kim oluyor?
Allahım, onu bizim üzerimize hakim bir hale getirmen için ne gibi bir günah işledik ki, bizi bu cezalandırmaya lâyık gördün?
Bu bandıranın, İstanbul'umuzun kucağındaki akisleri kim bilir nasıl olacak? Ne gibi felaketlere sebep olacak?
Koynumuzda beslediğimiz, büyüttüğümüz yılanların hain başlarını kaldırarak, nankör dişlerini velinimetinin bünyesine geçirmek suretiyle zehirlerini akıtmak fırsatını elde etmelerine hizmet etmiş olacağına ne şüphe var.
Genç bir Türk subayı kisvesi altında karşıya nasıl geçeceğim şimdi?
Utanıyorum.
Yerlere geçiyorum.
Dayanamayacağım.
Gözlerim, bu şeamet levhasını görmesin.
Döndüm.
Trene atlayarak Kartal'a, geldiğim yere döndüm.

3 Mayıs 2011 Salı

12- Yedek Subay Talimgahını Bitiriş ve Ağır - Hafif Makinalı Tüfenge Ayrılışım

Talimgahı 'A' sınıfı ile bitirdim.
"EMRE AMADE" olarak BOSTANCI'da bir Köşk'e nakledildik.
CEPHEYE HAREKETimizi bekliyoruz.
Bir gün bir emir geldi: Emre Amade Bölüğünden Ağır Makinalı Tüfenk Kursuna Talimgah Kumandanı RABE tarafından namzet seçilecek.
Hemen Saf-ı Harp Nizamına geçtik.
Rabe, karşısına geldiği her Namzedin yüzüne şöyle bir bakıyor ve yanındaki Subay'a soruyor, ondan aldığı izahat üzerine ayırıyordu.
Benim de karşıma geldi.
Sert bir adam olmakla beraber temiz bir yüzü vardı. Bakışlarını gözlerime dikerek beni de ayırdı.
Bu suretle YAKACIK'ta bulunan AĞIR MAKİNALI TÜFENK taburu'na Kurs'a gönderilmiş oldum.
Böylelikle bir kaç ay da orada geçti.
Kurs'u mükemmel bir şekilde ikmal ettik.
Artık bu def'a Cephe'yi kat'i surette boyluyorduk.
O sıralarda: "Kurs gören bu Namzetlerin içerisinden Hafif Makinalı Tüfenk Kursuna Namzet ayrılacak." diye yeni bir emir geldi.
Bu def'a da başka bir Alman Binbaşısı geldi. Bölük Komutanının tavsiyesi ile beni Kartal'da teşekkül eden Kurs'a ayırdılar.
Tatlı, acı ve gülünç hadiselerle dolu bir Kurs hayatı da Kartal'da başladı.
Az zamanda aynı Bölüğe “Talim Heyetinden" olarak intihap ve tayin edildim.
Subay sınıfına henüz dahil olmadığım halde Bölüğümüze kurs'a gelen Asteğmen ve Teğmenlere öğretmenlik yapmak beni çok üzüyor ve müşkül durumlara sokuyordu.
Talime çıkmak istemeyen ve talime ehemmiyet vermeyen, zaten Cephe'ye sevklerini beklemekte olan bu Subaylarla uğraşmak bir idare meselesi idi.
Onlarla iyi geçindiğim ve gayet gevşek muamele yaptığım için ricalarıma, istemeye istemeye boyun eğer katlanıyorlardı.
O zamanlar Subaylarda uzun ve bel'den sarkan Kılıçlar vardı. Hafta sonunda İstanbul'a izinli gidip geç vakit Bölüğe dönen bu Emre Amade subayların Kainat umurlarında değildi. Kılıçlarını şakırdata şakırdata sarhoş bir halde uzaktan bağırıp çağırarak bölüğe gelirler ve derhal sızarlardı.
Bir az sert muamele tatbikine kalkışılsa: "Vay efendim, sen kim oluyorsun? Bir Subay'a karşı bu küstahça hareketi sana hangi makam, hangi rütbe verdi?" diyerek henüz Namzet bulunduğumu bana hatırlatıyorlardı.
"Allahım, ben ne zaman Subay olacağım? Ah bir kere olsam, o zaman ben size bu hareketlerinizin hesabını sormasını bilirim." diyerek dualar ederdim.
Benimle birlikte bir arkadaş daha vardı. Fakat o Subay'dı: Muammer. (İş Bankası Umum Müdürlüğü yapmış Muammer Eriş.)
Çok sakin ve terbiyeli bir gençti. Bu Subaylarla uğraşmaktan o da sıkılıyordu.
Nihayet bir gün, Harbiye Nezaretinden tasdik edilmiş SUBAY'lık emrim geldi.
Hiç vakit kaybetmeden derhal bir kat elbise, sırmalı Kalpak ve Meç alarak Bölüğe geldim.
Ertesi günü mevkim değişmiş, karyolamı Subaylar odasına nakletmiştim. Benimle alay eden o kahramanlar birdenbire yüzüme gülmeye ve Talim emirlerimle derslerini sessiz sedasız dinlemeye başlamışlardı. Ben de bu arkadaşlara misafir muamelesi yapmaya ve elimden geldiği kadar gönüllerini alarak iyi bir tesir bırakmaya çalışıyor, dargın olarak gitmelerine vicdanım razı olmuyordu.
Daha sonra Kurs'u ikmal ederek CEPHE'ye sevk edilmek üzere bölüğümüzden ayrıldılar.

11- Hazır Kıt'a Nöbetleri, Geçirdiğim Buhran

Maltepe'de, diğer Bölüklerde olmayan bir hususiyet vardı: Burada, KIT'AYI MUNTAZIRA denilen bir "Hazır Kıt'a Nöbeti" vardı. O zamanki Yedek Subay Namzedi bu Nöbetin tadını tatmıştır.
Kıt'ayı Muntazıra ismi verilen bu Nöbet silsilesi ayda veya üç haftada bir def'a bir Bölük tarafından bütün Tabur'un Nöbetleri 24 saat için deruhte edilirdi.
Kıt'ayı Muntazıra Bölüğü kendi Bölük mıntıkasına bir Takım bıraktıktan sonra diğer efradı ile Kışlalardan ayrı bir yerde üzeri çinko kaplı barakalara eşyası ile birlikte nakleder.
Mesela; Gündüz saat 12'de barakaya gelen Bölük o andan itibaren Taburun her tarafındaki nöbetleri deruhte etmek üzere derhal teslim almaya başlar.
Bir Taburda en aşağı on, on beş yerde nöbet vardır.
Nöbet mahallerinin fazla olması dolayısıyla nöbetler iki saat üzerine tanzim edilmiştir. Bölükten müfrez bu kuvvetten her nöbet değiştikte on, on beş kişi gittiğine göre bir kaç saat sonra bir namzede tekrar nöbet gelirdi. Bunun için her dört saatte bir, iki saat nöbet bekleneceğinden, sinirlerin bu hale tahammül edecek derecede kuvvetli bulunması lazımdı.
Bize bu tahammül kuvvetini, kudretini süpürge tohumu karışmış taş gibi siyah ve küflü ekmeklerden alınan kalori mi, yoksa Gençlik Kalorisi mi vermişti?
Hey gidi Gençlik, hey.
Nöbetleri teslim aldıktan sonra ikişer saat bekleye bekleye gece yarısını bulduk.
O saatte uykuya hasret çeken gözlere bakılsa bu gözlerde uykunun görünmeyen, bilinmeyen o hakim kuvvetin o parlak tabaka üzerinde sanki bir gölge gibi dolaştığı görülebilirdi.
Göz, hasretini çekmekte olduğu uykusuna kavuşmaya, onu, bir çift yorgan gibi yumuşak kapakları arasına kabul etmeye ne kadar sabırsızsa, bir hakimi mutlak olan Beynin bir hücresinde masası başında oturan irade Azmi de bu iki sevda zedeyi resmî nikahlarını, yani vazifelerini ifa etmeden birleştirmemekte sonuna kadar direnir.
Gece yarısından sonra Tabur Komutanlık binası kapısının iç kısmında nöbet bekliyorum.
Binada ses seda yok.
Kapıda ve içerde ışık da yok.
Gecenin donuk ziyası binanın alt katındaki taş avluda karanlığa nüfuz etmeye çalışıyor.
Bu geniş avlunun bir ucundan diğer ucuna birkaç def'a yürüyorum.
Altıncı Bölükte iken bir saatlik nöbetin fazlalığından bahsederken, şimdi iki saatlik nöbetlerden ikincisini bekliyorum.
Gündüz on ikiye kadar ihtimal bir iki nöbet daha bekleyecektim.
Ayakta durmaktan, yürümekten yorulan bacaklarımı dinlendirmek maksadı ile arkamı duvar'a dayayarak çömeldim. Silahımı, dipçiği yere gelmek suretiyle iki elimle önümde tutuyorum.
Bu andan itibaren ne olduğumu bilmiyorum.
Uyudum mu ? Hayır.
Şuurum, muhakemem yerinde.
Düşünebiliyorum, ilerimi görebiliyorum.
Fakat ne oluyor? Kollarım bir türlü kalkmıyor, başım çevrilmiyor, kendimi kaldıramıyorum.
Ayaklarım birer çivi ile sanki yere mıhlanmış, diz kapaklarımda kuvvet yok.
Vücudumu zorluyorum, birden sıçramak ve bağırmak istiyorum.
Fakat hiç bir şeye gücüm yetmiyor. Sesim bir türlü çıkmıyor.
Korkuyorum ve soğuk terler döktüğümün farkındayım.
Ya bu anda bir Kumandan geliverirse?
Tabur Komutanı Kürt Mustafa mı, yoksa Katil Mustafa mı, birisinden birisiydi ama hangisiydi hatırlayamıyorum.
Geliverirse ne olacak şimdi?
“Bir Asker için, bahusus Subay olacak bir genç için ne kadar ayıp şey." diyorum.
Bu korkulu düşünceler beni sarıyor. Son bir gayret sarf ederek yerinden kalkmak istiyorum ve kalkıyorum da.
Üzerime çöken bu kabusa galebe çaldıktan sonra manevi bir korkunun tesiri altında kapıya doğru yürüyor, binanın kuytu karanlıklarına uzaktan bakıyorum.
Hurafe'ye inanacak bir andayım. Düşünemiyorum ki.
Gençliğin tahammül kudreti o anda bir kriz geçirmiş ve ufak bir uğraşmadan sonra eski haline avdet etmişti.
İşte, Kıt'ayı Muntazıra (Hazır Kıt'a) Nöbetlerinde başıma böyle bir hal de gelmişti.
İlk askerliğin hem gülünç ve hem de acınacak cilveleri var:
Yine bir gün Bölüğümüz, Kıt'ayı Muntazıra hizmetini almıştı.
Nöbetimin birisi bizim Bölük binasının karşısındaki yokuşta, bir kişilik kulübede sabaha yakın bir zamana tesadüf etmişti.
Kulübe, rüzgardan, hava tesirlerinden masun olduğu için hoşuma da gitmedi değil.
Kendi kendime tatlı hülyalar mı kurmadım, çeşitli şarkılar mı söylemedim, ve öyle bir zaman geldi ki, ne düşünecek, ne de söylenecek bir şey kalmadı. Silahımı dizlerimin arasına alarak başımı hafifçe dayadığımı hatırlıyorum.
Karışık bir rüya görmekteyim: Rüyamda yine nöbetteyim. Öyle bir zaman da geliyor ki, uyuyorum. Uyandığım zaman da silahım yok.
Rüya içinde görünen bu garip rüyadan müthiş korku ve heyecanla uyanarak yerimden fırladığım zaman karşımda Yorgi ismindeki Rum namzedi görmeyeyim mi?
Silah da elimde yok.
Hakikatle karşılaşan bu rüyadan çıldıracak bir raddeye gelmiş, bütün hiddet ve kuvvetimle Yorgi'nin gırtlağına sarılarak kulübenin önündeki çimenliğe yatırıvermiştim.
Yorgi neye uğradığını bilemeyerek altımda yeminler ediyor, silahtan filan haberi olmadığını yalvararak temin ediyordu.
Onun bu yalvarışları karşısında hem ellerimi gevşetiyorum, hem de: “Şakayı bırak Yorgi. Bu iş eğlenceye şakaya gelmez. Sakladıysan söyle." diye ağlamaklı yalvarıyorum.
Israrlarımdan bir netice çıkaramayınca bu def'a beni müthiş bir telaştır aldı. Hatta Yorgi ile birlikte etrafı aramaya başladık. Kulübenin arkasına döndüğümüz zaman Tüfengi kulübeye dayalı olarak bulduk. Hafif çiseden ıslanmıştı.
Koğuşa geldiğim zaman şaşkınlığım hala geçmemişti. Kendi kendime düşünüyor, bu muzipliği kimin yaptığını tahmine çalışıyordum. "Yarın muhakkak meydana çıkar." dedim.
Fakat günler geçtiği halde hiç bir kimsenin ortaya çıkıp da bu şakanın kendisi tarafından yapıldığını söylediğini görmedim ve işitmedim.
Hala da düşünürüm: Bu işi yine de Yorgi mi yapmıştı acaba? Yoksa Nöbet yerlerini dolaşan bir Subay mı? Eğer Subay ise, onun asil vicdanına karşı gıyabi bir hürmet ve sevgi taşırım. Çünkü bu hareketi ile hem beni tehdit etmiş ve hem de bir ders vermiş oluyordu.

2 Mayıs 2011 Pazartesi

10- Bölükçe Hareketler ve Namzetlerin Talimgah-ı İkmal Şartları

Günler geçiyor.
Hiç bir yerde bir veya bir buçuk aydan fazla kaldığımız yok.
MALTEPE'ye gönderildik.
Eski ismi ENDAHT MEKTEBİ.
O zaman Yedek Subay Talimgahı'na bağlı bir Tabur'a tahsis edilmiş.
Onbirinci Bölükte bulunuyorum.
Mertebemiz de gittikçe yükselmekte.
Talimgâh'ı bitirmeye bir iki aylık zaman kaldı.
Bu Bölükte talimler oldukça rahat. Can sıkan münferit hareketler yok. Bölükçe çalışılıyor, Bölükçe tatbikat yapıyoruz.
Haftada bir kaç def'a Takım ve Bölük Komutanı oluyoruz.
İçimizde Rum ve Ermeniler de bulunuyordu.
Pos bıyıklı bir Ermeni vardı. Bir gün Bölük Komutanı buna dedi ki: "Sen, Bölük Komutanısın. Bölüğü tertip ve taksim et bakalım."
Onun, Bölük ilerisinde silahını bir eli ile yukarı kaldırıp vaziyet alarak: "Bölük Komutanınız ANTRANİK BAYBURT.” diye kendisini öyle bir takdim edişi vardı ki, Bölük Komutanı dayanamayarak "Ermeni'den de Bölük Komutanı olur mu?" gibilerden gülümsemekten kendisini alamadı.
Namzetler, Talimgah'ı üç kategori üzerinden ikmal ederlerdi: A, B, C.
A sınıfı, üç ay sonra Subay Vekili (Asteğmen) olabilir ve apoleti omuz üzerinde Başçavuş gibi üç çizgilidir.
B sınıfı ise, talihi yardım ederse altı ay sonra Subay Vekili olabilir. Apoleti Çavuş gibi iki çizgilidir.
C sınıfı için Subay Vekili olabilmek pek müşkil. Apoleti de onbaşı gibi tek çizgilidir.
Bunun için düşecek her fırsatta iyi not almak ve A sınıfından Talimgah'ı ikmal etmek her Namzet için hayırlı bir yoldu.
İşi dalgaya döküp bilmemezliğe gelerek kaçamak yollara sapanların, yani "Ben öğrenemedim, beni bir müddet daha saklarlar veya Cephe'ye göndermezler." gibi fena düşüncelerin aksi tesir edeceğini bildiğimizden fevkalâde çalışarak hakkını vererek Talimgah'ı ikmal etmek ve Kumandanların takdirini celp ederek Talimgahta öğretmen kalmak ve bir an evvel Subay Sınıfına dahil olup, işte o zaman Cephe'ye gitmek. Yani A Sınıfı ile ikmal, Mümtaz olarak öğretmen kalmak, Talimgahta Subay olmak gibi üç mühim dereceyi kazanmak emelimdi.
Bu dereceleri bir hamlede elde edebilmek de her kesin kârı değildi. Bunda muvaffak olabilmek için de:
1 - Hasta olsan bile viziteye çıkmayacaksın.
2 - Talimlerde çok çevik ve çok bilgili olacaksın.
3 - Derslerde Öğretmenin sorularını cevapsız bırakmayacaksın.
4 - Verilen herhangi bir meseleyi hiç düşünmeden derhal' karar verip tatbika geçeceksin. Yani intıkal sahibi olduğunu göstereceksin.
5 - Kumandanın emrine bilakayd-u şart itaat edeceksin.
6 - Her türlü dinî yasaklardan uzak, temiz bir ahlâka sahip olacaksın.
Bu şerait dahilinde hareket etmek ve kuvvetli not almak gerekiyordu. Her Namzet de bunları bilirdi.
Bu devreye ve bu Bölüğe kadar aldığım notların çok iyi olduğunu biliyordum. Çünkü hep Onbaşı bulunuyordum. Talimgahta zaten Çavuşluk yoktu.
Maltepe'de Endaht Mektebi denilen bu mahal bir dağın tepesinde bir kaç Kışla'dan ibaret bir yerdi. Şehirle ve sivil insanlarla alakamız kesilmişti. Haftayı iple çekerdik. İzin kağıtlarını aldığımız zaman Maltepe'ye veya Kartal'a doğru koşar adımlarla giderdik. Bir an evvel debize kavuşmak ve bu sessiz muhitten İstanbul'un gürültülerine karışmak, parklarda cıvıldayan şakrak bülbüllerin, seke seke yürüyen narin Kumruların, daldan dala sıçrayan afacan serçelerin, dokunulduğu zaman parmaklarda geçici, hafif bir yaldızdan başka bir şey bırakmayan renkli kelebeklerin dolaştığı çiçekler arasında, ağaçlar altında bir kaç saat yaşamak, baş başa
kalmak.
Her Namzet'in şakrak Bülbül'ü, narin Kumrusu, afacan bir Serçe'si vardı.