16 Ekim 1922
İzmir’e bir tren
hattı ile bağlı bulunan Seydi Köyündeyim.
Samsun’dan annem de
gelmişti.
Emir Erim ile
birlikte bir evde kalıyoruz.
Seydi Köyüne yakın
Gazi Emir Kışlasında günlerimi doldurmakta, terhisimi beklemekteyim.
Kendime daima bir
meşguliyet aramaktayım.
Her ne olursa olsun
üşenmeden yapıyorum. Hatta "Kışla” isminde bir gazeteyi de Yüzbaşım ile
birlikte çıkartmaktayım.
Bu arada yine bir iş
çıktı; bir maceraya daha atılıyoruz:
Taburumuz, SİSAM Adası karşısında sahili koruma için harekete geçti.
Uzun bir yürüyüşten
sonra Akdeniz Sahiline ulaştık. Sisam Adası tam karşımızda.
Ada o kadar yakın ki,
bağırılsa işitilecek sanki.
Çok yakın bulunan bu
adadan akşama yakın motorlarla hareket eden Yunan Çeteleri bir iki saat sonra
Sahillerimize geliyorlar, fırsat buldukça dışarı çıkıyorlar ve köylere
baskınlar yapıyorlarmış.
Üsteğmen İhsan Beyin
Kumandasındaki Altıncı Bölük ile iki tüfekten ibaret bulunan Takım ile Kesre’ye
bağlı PANANOS ismi verilen bir köydeyiz.
Altıncı Bölük Takım Subayı,
yukarıda macerasını anlattığım arkadaşım Zihni ile bir odada kalıyoruz.
Sahile bir telefon
hattı çektik.
Hafif Makinalı Tüfekli
ve bir Çavuş kumandasındaki kıta, her gün akşama doğru sahile giderek sabaha
kadar nöbet beklemektedir.
Bu Çeteler her zaman
karanlık geceleri seçmekte ve sahillerimizi baştan başa kat ederek çıkacak bir
yer aramaktadırlar.
İhsan Beyin bulunduğu
telefonlu binada her akşam geç vakitlere kadar oturarak hem tatlı tatlı konuşur
hem de sahile gönderdiğimiz kıtadan bir haber gelecek mi diye beklerdik.
Aksi gibi biz
geldikten bir kaç gün sonra karanlık ıssız geceler başladı.
Mehtapsız ve yıldızsız
geceler.
Sahildeki Çavuş her
akşam düşman motorunun sahile yanaşmakta olduğunu bildirir, zavallı Zihni de
bir hafif makinalı tüfek mangası alarak Köy ile deniz arasındaki mesafeyi
koşarak gider, bekler, Çeteler geçer, o da köye dönerdi.
Zihni'cik, artık bu
her gün gidip gelmelerden bıktı, usandı.
Bir gün bana dedi ki:
"Safa, ne olur, ben: "Düşman göründü, geliyor." diye telefon
edecek olursam İhsan Bey'den "ATEŞ" emri verdirirsen çok memnun
olurum."
Ateş açtıracağıma
dair kendisine söz verdim.
Ertesi akşam Zihni,
aldığı telefon haberi üzerine yine bermutat koşarak sahile gitti.
Bir müddet sonra
düşmanın, sahile yanaşmakta olduğunu bildirdi.
Bu telefon karşısında
İhsan Bey titriyor, adeta sinir buhranları geçiriyor. Her zaman da böyle
olurdu.
"İhsan
Bey," dedim: "Bu hal her gece böyle devam edip gidiyor. Hem siz
sinirleniyorsunuz, hem de Zihni ve Askerler boş yere yoruluyorlar. Gel şu motorlara
bir ateş açtıralım. Bakalım ne olacak? Belki de iyi netice alırız bundan."
Bir elinde telefon
gözleri bende, diğer elinin bir takım hareketleri ile "Hayır"
işaretleri veriyor, "Olmaz, olmaz." demek istiyordu.
Dayanamadım:
"Birader, bunda
korkacak ne var? Bu kadar tereddüt olmaz artık. Verin şu ateş emrini de ne
olacaksa olsun, kurtulalım. Mesuliyeti de bana, ait olsun." dedim.
Gururuna tesir eden
bu sözler karşısında daha fazla tereddüt etmeden:
"Ateş
ediniz." emrini verdi.
Mesafe uzak olduğundan
sesler gelmiyordu.
Acaba ne olmuştu,
Zihni ne yapmıştı?
Yarım saat sonra
Zihni gülerek geldi, vaziyeti de şöyle anlattı:
"Ateş emrini
alınca deniz kenarına yatarak denizin üzerini tetkik edip Çavuşa tüfek başına
geçmesini ve ateş edeceğimizi söyledim. Sahilden de bir az geriye çekilerek
elektrik fenerimi çıkarttım, yaktıktan sonra boydan boya bir "HAÇ"
işareti yaptım.
Birdenbire deniz
üzerinde ışıklar yandı ve sahile oldukça yakın bir yerden bir motor göründü.
Makinalı Tüfeklerle
Piyade silahları bu motoru derhal şiddetli ateş altına aldılar.
Düşman neye
uğradığını bilemeyerek bir takım acı sesler çıkararak ışıklarını söndürüp bütün
kuvveti ile tornistan edip uzaklaştı.
Bu şiddetli ateşimiz
boşa gitmemiş, bir şeyler olmuştu herhalde." dedi.
O günden sonra ne bir Çete motoru geldi, ne de bizi uykusuz bırakan telefon zırıltıları.Taburumuzun vazifesi nihayete ermiş, Gazi Emir Kışlasına dönmüştük.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder