Zıp zıp taşı gibi
yerinde durmayan, her yere, her tarafa derhal yetişen, cevval ve faal bir gençtim.
Aldığım vazifeyi
hakkiyle yapmadan rahat etmek aklımdan geçmezdi.
O zamanlar Yirmi dört
yaşına girmiş bir Yedek Üsteğmen, hayal gibi bir şeydi. Zira Yedeklerin Teğmenlikten
yukarıya çıktığı çok seyrekti.
Bu, ölüm ve kalım
savaşında muvaffakiyetler kazanmış, sicilinde "HARBİ UMUMİNİN İHTİYAT ZABITAN
TALİMGAH’I HEYETİ TALİMİYESİNDEN" kaydı bulunan bir Yedek Subay için bir
derece terfii çok görmeyen NACİ PAŞA'nın bu kadirşinaslığı karşısında çok büyük
sevgi ve şükran hisleri duymakta idim.
İzmir’in işgali
anında beni, verilecek vazifeleri başaracak, itimada şayan bir insan tanıyıp,
büyük ve mutena mıntıkaları uhdeme vermeleri gururumu arttırmaktaydı.
Bu yüzden, İzmir’in
bu mutena mevkii ile mütenasip bir hal almaklığım icap ediyordu.
Bir kat elbise ile
parlak ve şık bir çizme yaptırmıştım.
Ekseriya da Kordonboyu’ndan
Punta istikametine gitmek icap ediyordu.
Bir gün, yine bir iş
için Kordon'a süratle ilerlerken bir kaç subay ve erin kalabalık arasından
yanımdan geçtiklerinin bir miktar ilerledikten sonra farkına vararak durdum,
arkama dönerek baktım.
Ne gördüm, biliyor
musunuz?
Limanda bulunan ecnebi
Harp Gemilerinden dışarıya çıkmış bir kaç Subayın on metre kadar geride durup
bana baktıklarını.
Hayret ve hürmetle
karışık bir vaziyette, mütebessim bir çehre ile beni selamladıklarını gördüm.
Mukabele ederek
yoluma devam ettim.
Hayret dolu bu
hareketlerine sebep ne idi acaba?
Hem yürüyor, hem de
gülüyordum. Yanlarından, çocuk denecek yaşta, kıvırcık, siyah bir kalpak, şık
elbiseler, mahmuzları şıkır şıkır seslenen parlak çizmeler, manevra kayışında
bir Parabellum ve kasatura, yakada iki yıldız, ateş gibi yalayıp geçen bir TÜRK
SUBAYI.
Oyuncak değil:
Yunanlıları dokuz gün içinde İzmir'e kadar kovalayıp denize döken ve bu hali
gemilerinde kendilerine seyrettiren insanlardan birisi geçiyordu.
Bu hadise bana,
mazimin acı bir sayfasını hatırlattı:
Mütareke seneleri.
İSTANBUL İŞGAL EDİLMİŞ.
Ben, Asteğmen olarak
Yedek Subay Talimgâhında Muallim iken terhis edilerek Samsun'a gelmiştim.
Nihayet bir gün
Samsun'da İngilizler tarafından işgal edildi.
Dayımın, SaathaneMeydanında TURAN ismini taşıyan bir Ticarethanesi vardı.
Ticarethanenin kapısı
önünde ayakta duruyordum.
Önümden, yanında bir
asker ile İngiliz Subayı geçti. Karşıdan da bir Türk Yüzbaşısı geliyordu.
Nasıl oldu bilmem,
İngiliz Subayı birdenbire durdu ve bizim Yüzbaşı'ya kendilerini takip
etmelerini söyledi.
Ben de merak ile
onları takibe başladım. Şimdi Türkiye Kredi Bankası olan binaya geldiler.
İngiliz Subayı
içeriye girdi, bizim Subay da merdivenlerin dibinde kaldı.
Bu bina İngiliz
Mümessilliği imiş.
Bu arada binanın
karşı ve yanlarında Zıpka Mintanlı Kahraman Lazlar peyda oluverdi.
İngiliz Subayı
merdiven başlarında görünerek tercümanı vasıtası ile konuşmaya başladı: "Niçin
selam vermediniz?" diyordu.
Bu suali soran bir
Teğmen rütbesinde.
Bizimki ise bir
Yüzbaşı.
Asabım fena halde
bozulmuştu.
Neticeyi merakla
beklemeye başladık.
Yüzbaşı zaman ve
vaziyetin nezaketini derhal kavramış, İngiliz Subayı da etrafta çoğalan Lazların
farkına varmıştı.
Yüzbaşı nezaket ile
cevap verdi:
"GÖREMEDİM."
Bu söz bağrımı bir ok gibi dalarken İngiliz Subayı da etrafın tehlikesini müdrik ve bu cevaptan memun kalmış bir vaziyette: "Pek alâ, buyurunuz." dedi.İşte Kordonboyu’nda yürürken aklıma gelen bu hadiseden dolayı gülüyordum.
Hey gidi dünya: Bizi hakir gören, artık mahvolduğumuza ve esir bir Millet olarak yaşayacağımıza, hiç bir hak sahibi olamayacağımıza kani bulunan bu insanlar, şimdi genç bir TÜRK SUBAYI karşısında hayretle açılan ağızlarını tebessümlerle süsleyerek selam vaziyeti alıyorlardı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder