Fırka Kumandanımız Naci Beyden bir pusula aldım:
Mıntıkamda bulunan Hristiyanlara ait metruk binalara
Museviler tarafından girilmekte olduğu ve bunların derhal önüne geçilmesi bildiriliyordu.
Çavuşlarımdan birisini yanıma alarak mıntıkamı
dolaştım, metruk binalara girenleri yakalamak üzere tertibat aldım.
Gizli mahallere birer nöbetçi dikmesini, bu binaları
tarassut ettirmesini, evlere girilecek olursa derhal yakalamalarını Çavuş'a
söyledim.
Akşam olmuş, Çavuş da Nöbetçileri dikerek bana
malumat vermişti.
Bir kaç saat sonra, içeriye başka kıtadan bir Çavuş
girdi, telaşlı bir hal ile:
"Efendim, bütün mahalle ayağa kalkmış, korku
içerisinde, çok zengin bir Musevi Tüccarının evinde toplanmışlar. O Tüccar sizi
Nurettin Paşa'ya şikayet edecekmiş. Size haber vermeye geldim." dedi.
Derhal yerimden fırladım.
Yanıma nöbetçileri diken Çavuş ile iki de Onbaşı
alarak o zenginin bulunduğu eve götürmesini haberi getiren Çavuşa söyledim.
Çavuş bize evi gösterdi. Zile bastım, kapı açıldı,
içeriye girdik.
Geniş bir salon, gecelik kıyafetleri ile dekolte
bir vaziyette kadınlarla dolmuştu burası.
Bizi görenler kaçıştılar.
Çavuş ve Onbaşıları kapıda bırakarak salonun
ortasına doğru ilerledim.
Bir kadın önüme düşerek beni o zenginin yanına götürdü.
Orta yaşlı, şişmanca bir adam ayakta beni karşıladı
ve mağrur bir tavırla bana yanında yer gösterdi. Oturduk:
"Mösyö, işittim ki, benim hakkımda bazı şeyler
söylemişsiniz. Sebebini izah eder misiniz?" dedim.
Adam kaşlarını çattı ve sert bir ses ile:
"Sizi, Nurettin Paşa’ya şikayet edeceğim.
Askerleriniz mahallede bazı uygunsuz hareketlerde bulunmuşlar ve bu yüzden
korkan Aileler gecelik kıyafetleri ile buraya doldular." dedi.
- Askerlerimiz ne gibi fena bir harekette bulundular,
izah eder misiniz?
- Evdekilerden birisi dışarı çıkmış, içeriden
sokağa akseden bir karaltı görmüş; "Kimdir o ?" diye seslenince
silahlı bir Asker: "Sus be, ne bağırıyorsun?" diye o'na doğru
ilerlemiş. Adam da çığlığı kopararak içeriye kaçmış. İkinci bir Asker de
falancanın kapısını vurarak bir sandalye istemiş ve bir kahve yapmalarını
söylemiş. Tabii bu hali görenler de korkarak soluğu bizim evde almışlar ve
bütün civar bu hadise dolaylısıyla kamilen bize geldiler, sabaha kadar da
burada kalmak istediklerini söylüyorlar."
Mesele anlaşılmıştı.
Dedim ki:
"Mösyö, bu, bir Askeri "sırcık" dır.
Fakat mademki iş bu raddeye geldi, ben de vaziyeti husus olarak size izah edeyim:
Sizin mahallede Hristiyanlara ait bir takım evler
vardır. Bu evlere taarruz edilmekte olduğunu haber aldım. Mahallenin sükûnunu
ihlal eden bu adamları yakalamak için bu mahalleri tespit ederek etrafa nöbetçiler
koydum. Anlaşılıyor ki, dışarıya çıkan bu adam bizim nöbetçiyi görünce korku
ile bağırmış, o da:
"Sus be, gel sana anlatayım." demek
istemiş.
Diğeri de, düşüncesizlik yaparak kapı çalıp sandalye,
kahve, vesaire istemiş.
Meseleyi şimdi anladınız mı?
Bununla beraber ben, mahallenizin asayişini ve
sizlerin istirahatınızı temin maksadı ile gece sabahlara kadar gezdirmekte
olduğum Devriyeleri bu günden itibaren kaldırıyorum. Siz de Nurettin Paşa'ya bu
mesele hakkında şikayette bulunabilirsiniz." dedikten sonra kalktım ve herkesin
merak ve endişeli bakışları arasında sert adımlarla evden ayrıldım.
Bu zengin adam ertesi günü Karakola kadar geldi,
bilmeyerek yaptıkları bu hareketten dolayı özür dileyerek Devriyelerin eskisi
gibi gezdirilmesini mahalle namına rica ettiğini söyledi.
Bir müddet sonra hastalandığını işittiğim bu adamı
tekrar görmeye gittim. Bir az konuştuktan sonra Eniştemin Dayısı; Tüccardan
Kırzade Şevki Beyin arkadaşı olduğunu örendim. Bu zat, o zamanın
milyonerlerindendi.
Edebiyatı çok severdim. Şiir’e de merakım vardı.
Cephede bile şiir yazardım.
Samsun'a yolladığım şiirlerimi AHALİ GAZETESİ
neşreder, cepheye bana, Tümenimizin Subay ve Erlerine gönderirdi.
İzmir’de AHENK isminde bir gazete çıkmakta idi.
İşlerimin arasında vakit bularak yazdığım şu şiiri bu gazeteye gönderdim:
GÜZEL İZMİR'E
Uzak Ufuklardan, yalçın dağlardan
Aylarca seni ben hicranla andım.
O karlı, tipili fırtınalardan
Kalbime sönmeyen ateşler aldım.
Sevdim seni ben gıyaben, fakat
Bu öyle adi bir sevda değildi.
Sardıkça alevi ruhumu kat kat
Kalbinde intikam feryat ederdi.
Her gece rüzgarla birlikte gelen
İnleyen sesini dinler ağlardım.
Bir gün ruhumdan kopup da gelen
Aşk ile: Yarabbi. diye yalvardım:
Yetişir bu zulüm, kurtar O'nu sen
Şu zalim düşmanın işkencesinden.
Sabrımı tüketti bu hazin sada
Olsun şu canım yoluna feda.
O müthiş zincirler kırıldı, birden
Sararmış dudaklar pembe renk aldı.
O hazin giryeli şikayetlerden,
Guşümde billurin kahkaha kaldı.
Maziyi unutup gül artık, inan,
Sen ey Akdenizin sevimli kızı.
Bir Anka Kuşuymuş kahrolan düşman
Göğsünde parlayan TÜRK'ÜN YILDIZI.
Bu şiirim, 15 Teşrinievvel (Ekim) 1922 tarihli AHENK
Gazetesinde neşredilmişti.
Bu şiirinin neşredilmesini müteakip benden tekrar
yazı ile idarehaneye kadar gelmekliğimi isteyen Gazetenin Sahibi CEVRİYE İSMAİL
imzasını taşıyan bir yazı aldım.
Birdenbire hastalandım, başka yazı da yazamadığım gibi bu kıymetli davete icabet de edemedim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder