5 Haziran 2017 Pazartesi

30 - İzmir'e Giriş

Nif'ten hareket ettiğimiz zaman, hasretini yıllardan beri çekmekte bulunduğumuz mavi gözlü, lepiska saçlı IZMIR isimli sevgilinin, bizi seve seve ölüme koşturan o Akdeniz Perisinin Kahraman kurtarıcılarına, asil gözlerine, tatlı ve ılık körfez sularına katarak yolladığı hayat dolu VATAN KOKUSU burnumuzda tütüyordu.
Yürüyüş Kolu, canlı, adeta koşan adımlar ile bir an evvel İZMİR'e kavuşmak için bir su gibi akıp, gidiyor, gidiyor.
Saatler ilerledikçe sevgilinin hasreti ile her ağız "İZMİR" diye seslenirken, her göz, ilerde bir şeyler görmek için araştırıyor.
Nihayet, iki dağın yanaşarak bir kapı teşkil ettiği kısmından geçtiğimiz zaman önümüzde uçsuz, bucaksız bir ovanın derinliklerinde batıya yaklaşan güneşin sarı ışıkları ile titreyen bir tül altında mavi bir gözün bize iştiyak ile baktığını görür gibi olduk:
İZMİR, SEVGİLİ İZMİR...
Nihayet seni görmek, sana kavuşmak, bize o günlerin, o uzun harp senelerinin elemlerini, acılarını bir anda unutturdu.
Ne mutlu bize.

Hacılar ismi verilen bir yere geldik.
İzmir’e girmek için Taburumuz burada hazırlık molası verdi.
Verilen bu moladan istifade ederek yorgun hayvanlara bir az can katmak için şöyle bir sulamak istedik.
Nasıl oldu bilmiyorum, biz gelinceye kadar Tabur çoktan hareket etmiş, bize de BUCA istikametine gelmemizi bildirmişlerdi.
Hareket ettik.
Tabur'a yetişinceye kadar da akşam olmuştu.
Mademki bize bir mahal ve istikamet verilmişti, biz de bir rehber bulur, Buca'ya gitmemizi temin ederdik.
Hacılar’a mensup genç bir köylüye tesadüf ettik. Bizi Buca'ya götürmesini söylediğimiz zaman memnuniyetle kabul etti.
Fakat biz öyle bir yerde idik ki, Buca'ya gidebilmemiz için İZMİR'in kenar mahallelerinden geçmemiz icap ediyordu.
İZMiR'in kenar mahallelerine girdik.
Her taraf elektrik ışığı altında.
Aydınlığa rağmen derin sessizlik var.
Yollar bol ışıklı fakat sessiz, evler karanlık ve sessiz.
Bir müddet sonra cadde de karanlıklaştı.
Bir az evvelki aydınlık, yerini koyu karanlıklara terk etti.
Bu karanlıkta Mehmetçiklerin sigaralarının kırmızı uçları Ateş Böcekleri gibi görünüyor.
İleriye doğru tertibat aldık.
Attan da indim.
Koluma geçirdiğim dizgin ile atımla bir hizada yürüyorum.
Ayaklarıma değen yumuşak cisimlere basarak geçiyorum.
"Bu yastık ve yorganları kimler atmış?" diye düşünürken bir Mehmetçiğin yaktığı kibrit bana hakikati gösteriyor:
Süvarilerimizin hücumuna uğrayan Yunan Firarileri yollara serilivermişler.
Derhal atıma atlıyorum.
Rehber, İzmir’in daha çok derinliklerine gitmeden bizi sola saptırıyor.
Bir müddet daha yürüyoruz.
Yolumuz artık bir şehir değil, dağ yolunu andırıyor.
Rehber bize yaklaşarak:
"Buca'ya giden yol işte burasıdır. Buca'ya yaklaşıyorsunuz. Artık bana müsaade ediniz de gideyim." dedi.
"Gideyim" derken sesindeki titreyişin bir korku ifadesi olduğunu anlıyorum.
Yavaşça ilave ediyor:
"Yolunuz açık olsun."
Bölük duruyor ve toplu bir hal alıyoruz.
"Yüzbaşım," diyorum: "Bana bir kaç silahlı veriniz ve siz de bizim ile irtibat temin etmek suretiyle bizi uzaktan takip ediniz."
Buca'ya doğru da sessiz adımlarla ilerliyoruz.
Şehre yaklaştık.
Karanlıktan tekrar kurtulmuş, yine elektrikli yollara kavuşmuştuk.
Yolun sağ ve soluna Erlerimi muntazam mesafelerle taksim ederek Buca'ya giriyoruz.
Silahlar ateşe her an hazır.
Sağdakilerin gözleri soldaki, soldakilerin de sağdaki binaların pencerelerinde.
Perdeler nihayete kadar indirilmiş.
Bazı evlerin kapılarında İngiliz, Fransız, İtalyan vesaire bayrakları sallanıyor.
Fakat hayret, tek bir çıt bile yok.
Büyükler ne ise amma, bir çocuk sesi bile mi duyulmaz?
İnmiş perdeleri merak saikası ile aralayıp bakacak kadar bir hareket dahi görülmüyor.
Bizim geçtiğimizi bildiklerini biliyoruz.
Görüyorlar bizi.
Fakat varlıklarını tamamıyla gizleyecek kadar korku bu insanları neden kaplamış?
Yaptıklarından mı korkuyorlar acaba?
Buca’nın merkezine doğru giriyoruz.
Önü bahçeli bir bina çıktı karşımıza.
Dışarısında ve içerisinde bizim Süvariler dolaşıyor. Binanın solunda da bir kaç yaralı süvarinin yaraları sarılmakta.
Taburumuzu bulmak için ilerliyoruz.
Buca'yı geçtik.
Boş bir arazideyiz yine.
Yüzbaşımla görüşüyoruz:
"Safa, daha ileriye nereye gideceğiz? Bir az soldan yürüyerek geriye dönelim, belki o zaman taburu buluruz." diyor.
Dediği gibi de yapıyoruz.
O kadar karanlık bir gece ki, bir kaç metre ilerisi görünmüyor.
Yürüyoruz. Ayak seslerimiz ve hayvanların yürümesinden hasıl olan cephane sandıklarının sesleri gecenin sessizliği içerisinde akisler yapmakta.
Bir müddet daha yürüdükten sonra birdenbire bir ses yükseldi:
Kimdir o, PAROLA?
Olduğumuz yerde durduk.
Ses aynı emri tekrar ederken madeni şakırtılar çoğalıyor.
Paroladan haberimiz yoktu ki.
Bunlar bizim Askerler amma, bakalım derdimizi anlatabilecek miyiz?
Sesleniyorum:
"Sekizinci Bölüğüz biz. Ben, Teğmen Safa. Subayına söyle de gelsin."
Konuşmam üzerine arkadaşların hayretle karışık sevinç sesleri bize doğru yaklaşıyor:
"Sizler nereden geliyorsunuz böyle? İlerde düşman var diye tertibat almıştık. Halbuki siz de düşman tarafından geliyorsunuz."
"Süvarilerimiz ile görüştük, her taraf temizlenmiş. Düşman diye bir şey kalmamıştır." deyince:
"Hay Allah sizlerden razı olsun. Desenize nihayet rahat bir uyku uyuyabileceğiz." diyerek sevinç ve neşe ile uzaklaştılar.

Geceyi Buca'nın kuzey sırtlarında geçirdik.
Ertesi günü de Seydiköy ve Gaziemir Kışlalarına geldik.
Gençlik bu ya, ferman dinletmenin imkanı var mıdır:
İZMİR’i yakından gündüz gözü ile görebilmek sevdasına tutuluverdik.
Samsunlu Teğmen Naci Bey ile gizlice görüştük ve sözleştik.
Tabur İmamı (Bilahare Alay Müftüsü oldu) Necib Bey işin farkına varmış, bize iltihak etmek istedi.
Necib Bey, senelerden beri Tabur imamlığı yapmış; Rumelili, top sakallı, insana emniyet ve huzur telkin eden, dudaklarından tebessümü eksilmeyen, masum ve saf bakışlı, asil bir çehreye sahip, bizden de oldukça yaşlı bulunmasına rağmen bizlerle şakalaşan, çocuk tabiatlı, cephede ateş altında benim ile yan yana bulunmuş, mert ve cesur bir insan idi. Bir kardeş gibi idik O'nunla.
"Ne yapalım, sen de gel." dedik.
Ayrıca üç tane de silahlı atlı Asker aldık.
Böylece altı Süvari olmuştuk. O zamanlar elbiseler haki, sarıklar haki idi. Onun için nazarı dikkati o kadar celp etmiyordu.
Kimseye görünmeden Kışla'dan İZMİR yolunu tuttuk.
Çukur Çeşme'den İZMİR'e giriyoruz.
İZMİR'e ilk girişimiz olmakla beraber merkezi hedef ittihaz ederek lalettayin ilerlemekteyiz.
Dik bir yokuştan aşağıya inen bir yolun başında ve sol tarafta bir Gazino'nun önüne geldik.
Kılık kıyafetimiz yerinde:
Başımızda siyah kıvırcık, sırmasız ve sol kaş üzerine bir az meyilli oturtulmuş bir kalpak, haki elbiseler, çizmeler, sağda bel kayışının önünden tokaya dört parmak mesafede Parabellum Tabanca, solda da küçük, fakat şık bir kasatura.
Atların üzerinde çakı gibi, dimdik duran ve etrafa yıldırımlar saçan ateşli gözler.
Bunlar Biz'dik.
O günün galip Türk Ordusu'na mensup, İzmir’e girmek şeref ve bahtiyarlığına nail olmuş genç Subayları.
Birdenbire gazinonun kapısından üzerimize sevinç gözyaşları dökerek koşuşan halk ile sarılıverdik.
Bizleri atlarımızdan aşağıya alarak kucakladıkları gibi Gazinoya soktular:
“Bir bardak çayımızı içmeden sizleri bir yere bırakmayız. Sizleri yıllarca bekledik. Sizlere kavuşmaktan duyduğumuz bu sevinç dakikalarını bizlerden esirgemeyin.” diyorlardı.
Nemli gözler ile sarıldık, öpüştük.
Çayımızı içtik.
Etrafımızı saran temiz giyinmiş Gençlerimizin bize öyle bir bakışları vardı ki, bu günleri gösterdiği için Cenabı Hakka içimizden teşekkür ediyor ve böyle bir sahneye şahit olmakla iftihar duyuyorduk.
Bu bakışlar öyle bakışlardı ki; mümkün olsa bizleri göz yaşları ile eritip kalplerine sokmak için candan, içten gelen sevinç ve Şükran taşıyan arzularla dolu.
"Bize bir az müsaade ediniz, İzmir’e girelim, tekrar geliriz." diyerek ve istemeyerek ayrıldık.
Altı Atlı İzmir’e iniyoruz.
Caddede sağlı sollu halk bizi gönülden selamlıyor.
Nal sesleri caddeyi sert akislerle dolduruyor.
Rast gele giriyoruz.
Merkeze yaklaştıkça sessizlik artıyor.
Karşımıza ani olarak bir Süvari çıktı:
"Y A S A K ."
Eyvahlar olsun.
Buraya kadar gelmiş iken daha ilerileri, İzmir Denizini göremeden geri dönmek için bu sert ihtar kafi gelecekti.
Bu gibi anlarda beni emelime ulaştıran ani kararlarımdan birisi daha bir şimşek gibi beynimde çaktı:
"Süvari Devriyesiyiz biz." dedim ve atımı sürdüm.
Arkadaşlarım da beni takip ettiler.
Kurtulmuştuk.
Hükûmet Konağına doğru yaklaşıyoruz.
Yunan ölüleri ile dolu her taraf.
Rıhtıma çok az yaklaşmıştık ki, arka tarafımızda bir bomba infilak etti.
O tarafa doğru koşuşmalar oldu.
Bize bir ihtardı bu.
Naci bana yavaş bir ses ile:
"Safa, buraya kadar geldik, yıllarca çarpıştık ölmedik. Şurada boş yere bir RUM veya Ermeninin kahpece taarruzuna uğramayalım, gel dönelim." dedi.
Rıhtım ve denizi görmek için Kıtamızdan izinsiz İzmir’e girdikten sonra müessif bir hadise ile karşılaşırsak hakkımızda iyi olmaz düşüncesi ile dönmeyi uygun bulduk.
Bir az evvelki Gazinoya gelerek balkona çıkıp bütün İzmir’i doya doya seyretmek istedik.
O esnada İzmir’in derinliklerinde bir kaç koldan yangın alâmetleri baş gösterdi. İZMİR’in bu Yangın başlangıcını balkondan büyük bir teessür içerisinde acı acı seyrettik.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder