Nif'ten hareket ettiğimiz zaman, hasretini yıllardan
beri çekmekte bulunduğumuz mavi gözlü, lepiska saçlı IZMIR isimli sevgilinin,
bizi seve seve ölüme koşturan o Akdeniz Perisinin Kahraman kurtarıcılarına,
asil gözlerine, tatlı ve ılık körfez sularına katarak yolladığı hayat dolu
VATAN KOKUSU burnumuzda tütüyordu.
Yürüyüş Kolu, canlı, adeta koşan adımlar ile bir an
evvel İZMİR'e kavuşmak için bir su gibi akıp, gidiyor, gidiyor.
Saatler ilerledikçe sevgilinin hasreti ile her ağız
"İZMİR" diye seslenirken, her göz, ilerde bir şeyler görmek için
araştırıyor.
Nihayet, iki dağın yanaşarak bir kapı teşkil ettiği
kısmından geçtiğimiz zaman önümüzde uçsuz, bucaksız bir ovanın derinliklerinde batıya
yaklaşan güneşin sarı ışıkları ile titreyen bir tül altında mavi bir gözün bize
iştiyak ile baktığını görür gibi olduk:
İZMİR, SEVGİLİ İZMİR...
Nihayet seni görmek, sana kavuşmak, bize o günlerin,
o uzun harp senelerinin elemlerini, acılarını bir anda unutturdu.
Ne mutlu bize.
Hacılar ismi verilen bir yere geldik.
İzmir’e girmek için Taburumuz burada hazırlık molası
verdi.
Verilen bu moladan istifade ederek yorgun hayvanlara
bir az can katmak için şöyle bir sulamak istedik.
Nasıl oldu bilmiyorum, biz gelinceye kadar Tabur
çoktan hareket etmiş, bize de BUCA istikametine gelmemizi bildirmişlerdi.
Hareket ettik.
Tabur'a yetişinceye kadar da akşam olmuştu.
Mademki bize bir mahal ve istikamet verilmişti, biz
de bir rehber bulur, Buca'ya gitmemizi temin ederdik.
Hacılar’a mensup genç bir köylüye tesadüf ettik.
Bizi Buca'ya götürmesini söylediğimiz zaman memnuniyetle kabul etti.
Fakat biz öyle bir yerde idik ki, Buca'ya gidebilmemiz
için İZMİR'in kenar mahallelerinden geçmemiz icap ediyordu.
İZMiR'in kenar mahallelerine girdik.
Her taraf elektrik ışığı altında.
Aydınlığa rağmen derin sessizlik var.
Yollar bol ışıklı fakat sessiz, evler karanlık ve
sessiz.
Bir müddet sonra cadde de karanlıklaştı.
Bir az evvelki aydınlık, yerini koyu karanlıklara
terk etti.
Bu karanlıkta Mehmetçiklerin sigaralarının kırmızı
uçları Ateş Böcekleri gibi görünüyor.
İleriye doğru tertibat aldık.
Attan da indim.
Koluma geçirdiğim dizgin ile atımla bir hizada yürüyorum.
Ayaklarıma değen yumuşak cisimlere basarak geçiyorum.
"Bu yastık ve yorganları kimler atmış?"
diye düşünürken bir Mehmetçiğin yaktığı kibrit bana hakikati gösteriyor:
Süvarilerimizin hücumuna uğrayan Yunan Firarileri
yollara serilivermişler.
Derhal atıma atlıyorum.
Rehber, İzmir’in daha çok derinliklerine gitmeden
bizi sola saptırıyor.
Bir müddet daha yürüyoruz.
Yolumuz artık bir şehir değil, dağ yolunu
andırıyor.
Rehber bize yaklaşarak:
"Buca'ya giden yol işte burasıdır. Buca'ya
yaklaşıyorsunuz. Artık bana müsaade ediniz de gideyim." dedi.
"Gideyim" derken sesindeki titreyişin bir
korku ifadesi olduğunu anlıyorum.
Yavaşça ilave ediyor:
"Yolunuz açık olsun."
Bölük duruyor ve toplu bir hal alıyoruz.
"Yüzbaşım," diyorum: "Bana bir kaç silahlı
veriniz ve siz de bizim ile irtibat temin etmek suretiyle bizi uzaktan takip
ediniz."
Buca'ya doğru da sessiz adımlarla ilerliyoruz.
Şehre yaklaştık.
Karanlıktan tekrar kurtulmuş, yine elektrikli
yollara kavuşmuştuk.
Yolun sağ ve soluna Erlerimi muntazam mesafelerle taksim
ederek Buca'ya giriyoruz.
Silahlar ateşe her an hazır.
Sağdakilerin gözleri soldaki, soldakilerin de sağdaki
binaların pencerelerinde.
Perdeler nihayete kadar indirilmiş.
Bazı evlerin kapılarında İngiliz, Fransız, İtalyan
vesaire bayrakları sallanıyor.
Fakat hayret, tek bir çıt bile yok.
Büyükler ne ise amma, bir çocuk sesi bile mi duyulmaz?
İnmiş perdeleri merak saikası ile aralayıp bakacak
kadar bir hareket dahi görülmüyor.
Bizim geçtiğimizi bildiklerini biliyoruz.
Görüyorlar bizi.
Fakat varlıklarını tamamıyla gizleyecek kadar korku
bu insanları neden kaplamış?
Yaptıklarından mı korkuyorlar acaba?
Buca’nın merkezine doğru giriyoruz.
Önü bahçeli bir bina çıktı karşımıza.
Dışarısında ve içerisinde bizim Süvariler dolaşıyor.
Binanın solunda da bir kaç yaralı süvarinin yaraları sarılmakta.
Taburumuzu bulmak için ilerliyoruz.
Buca'yı geçtik.
Boş bir arazideyiz yine.
Yüzbaşımla görüşüyoruz:
"Safa, daha ileriye nereye gideceğiz? Bir az
soldan yürüyerek geriye dönelim, belki o zaman taburu buluruz." diyor.
Dediği gibi de yapıyoruz.
O kadar karanlık bir gece ki, bir kaç metre ilerisi
görünmüyor.
Yürüyoruz. Ayak seslerimiz ve hayvanların
yürümesinden hasıl olan cephane sandıklarının sesleri gecenin sessizliği
içerisinde akisler yapmakta.
Bir müddet daha yürüdükten sonra birdenbire bir ses
yükseldi:
Kimdir o, PAROLA?
Olduğumuz yerde durduk.
Ses aynı emri tekrar ederken madeni şakırtılar çoğalıyor.
Paroladan haberimiz yoktu ki.
Bunlar bizim Askerler amma, bakalım derdimizi anlatabilecek
miyiz?
Sesleniyorum:
"Sekizinci Bölüğüz biz. Ben, Teğmen Safa.
Subayına söyle de gelsin."
Konuşmam üzerine arkadaşların hayretle karışık sevinç
sesleri bize doğru yaklaşıyor:
"Sizler nereden geliyorsunuz böyle? İlerde
düşman var diye tertibat almıştık. Halbuki siz de düşman tarafından
geliyorsunuz."
"Süvarilerimiz ile görüştük, her taraf
temizlenmiş. Düşman diye bir şey kalmamıştır." deyince:
"Hay Allah sizlerden razı olsun. Desenize
nihayet rahat bir uyku uyuyabileceğiz." diyerek sevinç ve neşe ile
uzaklaştılar.
Geceyi Buca'nın kuzey sırtlarında geçirdik.
Gençlik bu ya, ferman dinletmenin imkanı var mıdır:
İZMİR’i yakından gündüz gözü ile görebilmek sevdasına
tutuluverdik.
Samsunlu Teğmen Naci Bey ile gizlice görüştük ve
sözleştik.
Tabur İmamı (Bilahare Alay Müftüsü oldu) Necib Bey
işin farkına varmış, bize iltihak etmek istedi.
Necib Bey, senelerden beri Tabur imamlığı yapmış; Rumelili,
top sakallı, insana emniyet ve huzur telkin eden, dudaklarından tebessümü eksilmeyen,
masum ve saf bakışlı, asil bir çehreye sahip, bizden de oldukça yaşlı
bulunmasına rağmen bizlerle şakalaşan, çocuk tabiatlı, cephede ateş altında
benim ile yan yana bulunmuş, mert ve cesur bir insan idi. Bir kardeş gibi idik
O'nunla.
"Ne yapalım, sen de gel." dedik.
Ayrıca üç tane de silahlı atlı Asker aldık.
Böylece altı Süvari olmuştuk. O zamanlar elbiseler
haki, sarıklar haki idi. Onun için nazarı dikkati o kadar celp etmiyordu.
Kimseye görünmeden Kışla'dan İZMİR yolunu tuttuk.
Çukur Çeşme'den İZMİR'e giriyoruz.
İZMİR'e ilk girişimiz olmakla beraber merkezi hedef
ittihaz ederek lalettayin ilerlemekteyiz.
Dik bir yokuştan aşağıya inen bir yolun başında ve
sol tarafta bir Gazino'nun önüne geldik.
Kılık kıyafetimiz yerinde:
Başımızda siyah kıvırcık, sırmasız ve sol kaş üzerine
bir az meyilli oturtulmuş bir kalpak, haki elbiseler, çizmeler, sağda bel
kayışının önünden tokaya dört parmak mesafede Parabellum Tabanca, solda da
küçük, fakat şık bir kasatura.
Atların üzerinde çakı gibi, dimdik duran ve etrafa
yıldırımlar saçan ateşli gözler.
Bunlar Biz'dik.
O günün galip Türk Ordusu'na mensup, İzmir’e girmek
şeref ve bahtiyarlığına nail olmuş genç Subayları.
Birdenbire gazinonun kapısından üzerimize sevinç gözyaşları
dökerek koşuşan halk ile sarılıverdik.
Bizleri atlarımızdan aşağıya alarak kucakladıkları
gibi Gazinoya soktular:
“Bir bardak çayımızı içmeden sizleri bir yere bırakmayız.
Sizleri yıllarca bekledik. Sizlere kavuşmaktan duyduğumuz bu sevinç
dakikalarını bizlerden esirgemeyin.” diyorlardı.
Nemli gözler ile sarıldık, öpüştük.
Çayımızı içtik.
Etrafımızı saran temiz giyinmiş Gençlerimizin bize
öyle bir bakışları vardı ki, bu günleri gösterdiği için Cenabı Hakka içimizden teşekkür ediyor ve böyle bir sahneye şahit
olmakla iftihar duyuyorduk.
Bu bakışlar öyle bakışlardı ki; mümkün olsa bizleri
göz yaşları ile eritip kalplerine sokmak için candan, içten gelen sevinç ve
Şükran taşıyan arzularla dolu.
"Bize bir az müsaade ediniz, İzmir’e girelim,
tekrar geliriz." diyerek ve istemeyerek ayrıldık.
Altı Atlı İzmir’e iniyoruz.
Caddede sağlı sollu halk bizi gönülden selamlıyor.
Nal sesleri caddeyi sert akislerle dolduruyor.
Rast gele giriyoruz.
Merkeze yaklaştıkça sessizlik artıyor.
Karşımıza ani olarak bir Süvari çıktı:
"Y A S A K ."
Eyvahlar olsun.
Buraya kadar gelmiş iken daha ilerileri, İzmir
Denizini göremeden geri dönmek için bu sert ihtar kafi gelecekti.
Bu gibi anlarda beni emelime ulaştıran ani kararlarımdan
birisi daha bir şimşek gibi beynimde çaktı:
"Süvari Devriyesiyiz biz." dedim ve atımı
sürdüm.
Arkadaşlarım da beni takip ettiler.
Kurtulmuştuk.
Hükûmet Konağına doğru yaklaşıyoruz.
Yunan ölüleri ile dolu her taraf.
Rıhtıma çok az yaklaşmıştık ki, arka tarafımızda
bir bomba infilak etti.
O tarafa doğru koşuşmalar oldu.
Bize bir ihtardı bu.
Naci bana yavaş bir ses ile:
"Safa, buraya kadar geldik, yıllarca çarpıştık
ölmedik. Şurada boş yere bir RUM veya Ermeninin kahpece taarruzuna uğramayalım,
gel dönelim." dedi.
Rıhtım ve denizi görmek için Kıtamızdan izinsiz İzmir’e
girdikten sonra müessif bir hadise ile karşılaşırsak hakkımızda iyi olmaz
düşüncesi ile dönmeyi uygun bulduk.
Bir az evvelki Gazinoya gelerek balkona çıkıp bütün
İzmir’i doya doya seyretmek istedik.
O esnada İzmir’in derinliklerinde bir kaç koldan
yangın alâmetleri baş gösterdi. İZMİR’in bu Yangın başlangıcını balkondan büyük
bir teessür içerisinde acı acı seyrettik.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder