18 Eylül 1922
Şehrin içerisine girmiş bulunuyordum artık.
Bundan sonra faal inzibat hayatım başlıyor.
Karakol'dan başka hususi bir Köşk’te oturuyor ve
geceleri de boş ve her şeyi mevcut bir evde kalıyorum.
Buraya geldiğimin ikinci günü ve hava da oldukça
sıcak.
Mıntıkamı dolaşmaktan yorgun düşmüş, Takımımın bulunduğu
binadaki resmi odama gelmiştim.
Ceketimi çıkardım, o sırada yere düşen bir düğmemi
dikmek için iğne-iplik getirttim. Bu kadarcık bir şeyi de dikebilirdim her
halde.
Ben bu ameliye ile meşgul iken kapı birdenbire
açılıverdi, içeriye iki genç kız giriverdi.
Şaşırmıştım.
Kendimi toparlamaya çalışırken onların birer ince
çığlığı andıran gülüşleri karşısında suç işlemiş bir çocuğun mahcup ve çekingen
hareketleri ile giyinmeye hazırlanıyordum ki, bir çift büyük ve siyah gözün
tatlı bakışlarının tesiri altında kaldığımı hissettim.
Elini bana uzatarak yarım bir Türkçe ile:
"Müsaade ederseniz ben dikeyim. Ceketinizi
bana veriniz rica ederim. Biz burada bulunurken şu anda bu vazife size
yakışmaz." diyerek dudaklarından bir an eksik olmayan tebessümlerle
ceketimi aldı ve çok kısa zamanda dikerek teslim etti.
Beklenmedik ziyaretçinin bu nazik hareketleri karşısında
teşekkürlerimi bildirirken, ziyaret sebepleri için sual soran bir tavır
takındım.
Maksadım derhal anladı:
"Pardon" dedi ve devam etti:
"Sizden bir ricada bulunmak için arkadaşım ile
geldim. İsmim Mariçe'dir. Anormal bazı olaylar cereyan ediyor ki, Askerlerin
bize taarruz etmek ihtimalinden korkuyorum. Bizlerle alakadar olur musunuz?
Olursanız bu ihtimal ortadan kalkar düşüncesi ile sizi rahatsız ettim."
Türkçesi yarım olduğu için konuşması esnasında
derdini, meramını bir takım el ve baş hareketleri ile tamamlamaya çalışıyordu.
Hangi millete mensup olduğunu sorduğum zaman:
"Romanyalıyım." dedi.
Romanyalı olduğunu ispat edecek evrak istedim,
derhal çantasından evrakını çıkararak bana verdi.
Romanya tabiiyetinde idi.
Arzularına ne gibi bir çare bulabilirdim acaba?
Aklıma bir fikir geldi ve aramızda şöyle bir konuşma
cereyan etti:
- Romanyalı olduğunuza göre herhalde sizde bir Romen
bayrağı bulunur.
- Evet, bulunur.
- Bir rozetiniz de var mı?
- Var.
- Çok iyi. Şu halde muvakkat bir zaman için kapınıza
bayrak asacaksınız, rozeti de göğsünüze takacaksınız. Olur mu?
Tasavvurumun başlangıcını anlamış olacaklar ki, çok
memnun oldular.
Bu Romen Kızının güzelliğinin fevkaladeliği karşısında
ne yapacağımı şaşırmıştım zaten.
Bu derece güzel bir yüz ve bu derece muntazam bir
endam ben bu zamana kadar görmemiştim şimdilik.
Giyiniş tarzındaki letafet, hareket ve yürüyüşlerindeki
incelikle öyle mütenasip bir hal alıyordu ki, sevgi ve takdirimi gizleyemeyerek
gayri ihtiyari fısıldadım:
"Çok sevimli ve naziksiniz. Kendinizi korumak
için bu güzel teşebbüsünüzden dolayı sizi takdir ediyorum."
İçi gülen gözlerini gözlerime dikerek derin derin
baktı ve sonra elini uzatarak:
"Adiyö" dedi ve bir güvercin gibi fırlayıp
gitti.
Bu yazılarımla bir az da Edebiyat yapıyorum zannedilmesin.
Askerlik Hatıralarımı yazarken noksan bir şey bırakmamaya
karar vermiştim. Mademki Hatıralarımın bu zamanlara ait olan kısımları bu
mecraya girmiş bulunuyor, bir az da Romantik olmasına göz yummak mecburiyetinde
kalmış bulunmaktayım.
Mariçe ile tanışmamdan sonra, haklı olduğumu anladığım
zaman kendime son derece hakim ve azimkar bir Genç olduğumu da öğrendim.
Meğer bu Romen Kızı, İzmir’in en güzel kızlarından
birisi imiş de benim haberim yokmuş.
Nöbetçi Çavuşuma:
"Kapılarında Bayrak olan ve Ecnebi Rozeti
takan kadınlara son derece iyi muamele yapılacaktır, dikkat edilsin." diye
emir verdim.
Ertesi günü Mariçe, bana git olan evime yalnız
olarak geldi.
Mariçe’yi, o tatlı gülüşleri ve kalbe nüfuz eden
bakışları ile karşımda görünce şaşırdım. Bir müddet sonra ancak kendime
gelerek:
"Buyurunuz Matmazel." diyebildim.
Etrafına şöyle bir göz atarak ilerledi.
Balkona çıktık.
Evimin yeri yüksek olduğu için önümüzde başka yakın
evler yoktu. Serbestçe oturup konuşabilirdik.
Yan yana oturduk.
Adeta boynuma sarılacakmış gibi bir sevinçle:
"Ne iyi bir insansınız. Sizin gibi iyi
düşünceli nazik ve çok genç bir Türk Subayını tanımakla çok memnunum. Sizin
dediklerinizi yerine getirdikten sonra hiç bir Asker gözünü kaldırıp da bize
yan bile bakmamıştır. İşte bu hal, Türk Askerinin her askerden üstün olduğunu,
yüksek bir karaktere sahip bulunduğunu bize açıkça anlatmıştır. Şimdi daha iyi
anlıyorum ki, harbi kazanmak ve İzmir’e girmek sizin hakkınızdır. Bunu hak
ettiniz de."
Mariçe’nin içten gelen sevgi tezahürleri karşısında
bu temiz ve asil düşüncesinden dolayı duyduğum sevinci tertemiz hislerle
kendisine bildirdim.
Kalktı.
"Tekrar ve ne zaman arzu buyurulursa
teşrifiniz beni memnun edecektir." dedim.
Elimi sıkmak için uzanan elini tatlı bir ürperişle
sıkarken gözlerime dikilen manidar bakışların tesiri altında kaldığımı anlamış,
dudaklarından bir an eksilmeyen tebessümlerle yine geleceğini bildirmek suretiyle
bana ümitlerle dolu vait'de bulunarak ayrıldı.
Mariçe bu vaadinde duru mu idi acaba?
Bu sorunun cevabını çözmek için kendi kendime şöyle
bir muhakeme yapıyorum:
Sözünde durduğu takdirde bir ecnebi kızının mecbur
edilmediği halde bir Türk Subayın karşı göstereceği yakınlığın sebebi hakikaten
düşündürücü tatlı bir sürpriz değil midir?
Sözünde durmadığı takdirde ise, o Subay tarafından
gösterilen centilmence harekete karşı bir kabalık olurdu. Çünkü evine kadar
gelen bir kızı böyle bir zamanda kendi arzusuna terk ederek gitmesine müsaade
etmesi o Subayca bir büyüklük, adi bir kız nazarında ise "Budalalık"
olmaz mı idi?
Artık nasıl düşünülürse düşünülsün. Değil mi ki,
Mariçe ertesi günü geldi işte.
Bu havadis Samsun'a kadar dal budak salarak Anneciğimin
kulağına kadar gitmiş; "Oğlunun yanında öyle bir kız var ki, İzmir’in en
güzel kızlarından birisidir. Aynı zamanda bir Ecnebi. Galiba Oğlun Onunla
evlenecekmiş de."
Annem, çok iyi düşünen, iyi terbiye almış asil bir
aile kızıdır.
Bu dedikodulara gülerek şu cevabı vermiş:
"Oğlum, İstiklal Harbinin başından sonuna
kadar cephelerde çarpıştı. Ve sonra da ölmeden İzmir’e girdi. Şimdi bir Ecnebi
Kızını o'na çok mu görüyorsunuz ayol?"
Yine de, Mariçe hakkında işittiği sözleri tahkik
etmek için mi Annem Samsundan İzmir’e kadar tek başına gelmişti, yoksa Harb'den
çıkmış tek varlığı Oğlunun hasretine mi dayanamamıştı, hala meçhulümdür.
Akşamın alaca karanlığında Mariçe evime geldiği
zaman gururla karışık en yüksek sevgiyi duyan bir gencin haletiruhiyesi vardı
bende.
Mariçe'yi resmî bir Subay gibi değil, en yakın bir
dost, sevgili gibi karşıladım.
Balkonda, körfezin etrafına, çok kıymetli bir kolye
azamet ve ihtişamı ile kümelenmiş, pırıldayan ışık huzmeleri karşısında sevgili
İzmir’i yanımdaki Romen dilberi ile mest ve hayran seyrettim. O, çok nezih ve
ince ruhlu, kültürlü, cana yakın ve bir gencin bir kızda görmek istediği bütün
meziyetlere sahip idi.
Ne diyeyim bilmem ki, kısacası: Seven bir genç kız
kalbinin sevgi dolu vuruşlarını kalbinde hisseden, muharebelerden çıkmış bir
gençtim işte.
Her hangi mücbir bir sebebin tesiri altında kalmadan,
hakiki bir sevgi ile bana bağlanan hayat dolu ve bütün güzellikleri nadide bir
buket halinde içten gelen yüksek bir sevgi ile sunan bir genç kızın sevgisine
şüphesiz ki ondan daha yüksek bir alaka ile mukabelede bulunmak, enerji kaynağı
dolu olan bir Türk Gencine yakışır hareket tarzı olurdu.
İşte ben Mariçe'ye, Samsuna kadar giden efsanevi güzelliğinin
karşısında gördüğüm mukabeleden duyduğum gurur ile kalpten bağlanmıştım.
O'nunla evlenecek, Samsun'a götürecek ve mesut bir
yuva kuracaktım. Kararım böyle idi.
Yirmi üç yaşında Üsteğmen olmuş ve istikbali parlak
görünen bir Subay olmak hasebiyle Muvazzaf olarak Ordu'da kalabilirdim de.
Bu sıralarda gelen bir emir bu düşüncelerimi alt
üst etti: "Hiç bir Türk Subayının yanında yabancı bir kız
bulunmayacaktır."
Bu emirden sonra bir Arkadaşımın başına gelenleri
de bahsetmeden geçemeyeceğim:
Bu arkadaş, bulunduğu mıntıkanın güzel bir Rum
kızına aşık olmuş. Yüzbaşı da bu emre dayanarak kızı onun elinden almak
istiyor.
Arkadaşım bana gelerek: "Eğer bu kızdan beni
ayırırlarsa intihar ederim." dedi.
Bu durum bana çok tesit etti. Çünkü benim bu arkadaşım
canım kadar sevdiğim, mazbut bir ahlaka sahip bir genç. Dediğini yapar mı
yapar.
Dayanamayarak Yüzbaşı'ya gidiyorum:
"Yüzbaşım, bu emir her halde yanlarında gönül
eğlendirmek için saklanan Rum veyahut Ermeni Kızlarını kastetmektedir.
Halbuki bu Arkadaş, bu kız ile evlenecektir. Sonra Harp
ederek İzmir’e kadar gelmiş bir Subayın bir kız için intihar etmesine razı olur
musunuz?"
Yüzbaşı hovardalığı ile tanınmış olmasına rağmen
açık fikirli, temiz ve iyi düşünceli bir subaydı.
Sevginin derecesine göre vaziyeti ayarlamayı
münasip buldu.
Bu gençler evlendiler, el an da mesut bir hayat
yaşamaktadırlar.
Bana gelince, Mariçe, damarlarında, doğduğu günden beri
kin ve garezin dolaşıp durduğu kirli ve melun bir kan taşıyan ne bir Rum ve ne
de Türk Tabiiyetinde yabancı bir kız idi.
O, bir Romen Kızı.
Evet, kalbi intikam hırsı ile çarparken yüzünde
riya ile karışık tebessümler görmeye katlanmayacağım bir Romen Kızı.
Saadet Yolculuğuna O'nunla hiç düşünmeden, çekinmeden çıkabilirim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder