5 Haziran 2017 Pazartesi

32 - Beklenmedik Ziyaretçi

18 Eylül 1922
Şehrin içerisine girmiş bulunuyordum artık.
Bundan sonra faal inzibat hayatım başlıyor.
Karakol'dan başka hususi bir Köşk’te oturuyor ve geceleri de boş ve her şeyi mevcut bir evde kalıyorum.
Buraya geldiğimin ikinci günü ve hava da oldukça sıcak.
Mıntıkamı dolaşmaktan yorgun düşmüş, Takımımın bulunduğu binadaki resmi odama gelmiştim.
Ceketimi çıkardım, o sırada yere düşen bir düğmemi dikmek için iğne-iplik getirttim. Bu kadarcık bir şeyi de dikebilirdim her halde.
Ben bu ameliye ile meşgul iken kapı birdenbire açılıverdi, içeriye iki genç kız giriverdi.
Şaşırmıştım.
Kendimi toparlamaya çalışırken onların birer ince çığlığı andıran gülüşleri karşısında suç işlemiş bir çocuğun mahcup ve çekingen hareketleri ile giyinmeye hazırlanıyordum ki, bir çift büyük ve siyah gözün tatlı bakışlarının tesiri altında kaldığımı hissettim.
Elini bana uzatarak yarım bir Türkçe ile:
"Müsaade ederseniz ben dikeyim. Ceketinizi bana veriniz rica ederim. Biz burada bulunurken şu anda bu vazife size yakışmaz." diyerek dudaklarından bir an eksik olmayan tebessümlerle ceketimi aldı ve çok kısa zamanda dikerek teslim etti.
Beklenmedik ziyaretçinin bu nazik hareketleri karşısında teşekkürlerimi bildirirken, ziyaret sebepleri için sual soran bir tavır takındım.
Maksadım derhal anladı:
"Pardon" dedi ve devam etti:
"Sizden bir ricada bulunmak için arkadaşım ile geldim. İsmim Mariçe'dir. Anormal bazı olaylar cereyan ediyor ki, Askerlerin bize taarruz etmek ihtimalinden korkuyorum. Bizlerle alakadar olur musunuz? Olursanız bu ihtimal ortadan kalkar düşüncesi ile sizi rahatsız ettim."
Türkçesi yarım olduğu için konuşması esnasında derdini, meramını bir takım el ve baş hareketleri ile tamamlamaya çalışıyordu.
Hangi millete mensup olduğunu sorduğum zaman:
"Romanyalıyım." dedi.
Romanyalı olduğunu ispat edecek evrak istedim, derhal çantasından evrakını çıkararak bana verdi.
Romanya tabiiyetinde idi.
Arzularına ne gibi bir çare bulabilirdim acaba?
Aklıma bir fikir geldi ve aramızda şöyle bir konuşma cereyan etti:
- Romanyalı olduğunuza göre herhalde sizde bir Romen bayrağı bulunur.
- Evet, bulunur.
- Bir rozetiniz de var mı?
- Var.
- Çok iyi. Şu halde muvakkat bir zaman için kapınıza bayrak asacaksınız, rozeti de göğsünüze takacaksınız. Olur mu?
Tasavvurumun başlangıcını anlamış olacaklar ki, çok memnun oldular.
Bu Romen Kızının güzelliğinin fevkaladeliği karşısında ne yapacağımı şaşırmıştım zaten.
Bu derece güzel bir yüz ve bu derece muntazam bir endam ben bu zamana kadar görmemiştim şimdilik.
Giyiniş tarzındaki letafet, hareket ve yürüyüşlerindeki incelikle öyle mütenasip bir hal alıyordu ki, sevgi ve takdirimi gizleyemeyerek gayri ihtiyari fısıldadım:
"Çok sevimli ve naziksiniz. Kendinizi korumak için bu güzel teşebbüsünüzden dolayı sizi takdir ediyorum."
İçi gülen gözlerini gözlerime dikerek derin derin baktı ve sonra elini uzatarak:
"Adiyö" dedi ve bir güvercin gibi fırlayıp gitti.
Bu yazılarımla bir az da Edebiyat yapıyorum zannedilmesin.
Askerlik Hatıralarımı yazarken noksan bir şey bırakmamaya karar vermiştim. Mademki Hatıralarımın bu zamanlara ait olan kısımları bu mecraya girmiş bulunuyor, bir az da Romantik olmasına göz yummak mecburiyetinde kalmış bulunmaktayım.
Mariçe ile tanışmamdan sonra, haklı olduğumu anladığım zaman kendime son derece hakim ve azimkar bir Genç olduğumu da öğrendim.
Meğer bu Romen Kızı, İzmir’in en güzel kızlarından birisi imiş de benim haberim yokmuş.
Nöbetçi Çavuşuma:
"Kapılarında Bayrak olan ve Ecnebi Rozeti takan kadınlara son derece iyi muamele yapılacaktır, dikkat edilsin." diye emir verdim.

Ertesi günü Mariçe, bana git olan evime yalnız olarak geldi.
Mariçe’yi, o tatlı gülüşleri ve kalbe nüfuz eden bakışları ile karşımda görünce şaşırdım. Bir müddet sonra ancak kendime gelerek:
"Buyurunuz Matmazel." diyebildim.
Etrafına şöyle bir göz atarak ilerledi.
Balkona çıktık.
Evimin yeri yüksek olduğu için önümüzde başka yakın evler yoktu. Serbestçe oturup konuşabilirdik.
Yan yana oturduk.
Adeta boynuma sarılacakmış gibi bir sevinçle:
"Ne iyi bir insansınız. Sizin gibi iyi düşünceli nazik ve çok genç bir Türk Subayını tanımakla çok memnunum. Sizin dediklerinizi yerine getirdikten sonra hiç bir Asker gözünü kaldırıp da bize yan bile bakmamıştır. İşte bu hal, Türk Askerinin her askerden üstün olduğunu, yüksek bir karaktere sahip bulunduğunu bize açıkça anlatmıştır. Şimdi daha iyi anlıyorum ki, harbi kazanmak ve İzmir’e girmek sizin hakkınızdır. Bunu hak ettiniz de."
Mariçe’nin içten gelen sevgi tezahürleri karşısında bu temiz ve asil düşüncesinden dolayı duyduğum sevinci tertemiz hislerle kendisine bildirdim.
Kalktı.
"Tekrar ve ne zaman arzu buyurulursa teşrifiniz beni memnun edecektir." dedim.
Elimi sıkmak için uzanan elini tatlı bir ürperişle sıkarken gözlerime dikilen manidar bakışların tesiri altında kaldığımı anlamış, dudaklarından bir an eksilmeyen tebessümlerle yine geleceğini bildirmek suretiyle bana ümitlerle dolu vait'de bulunarak ayrıldı.

Mariçe bu vaadinde duru mu idi acaba?
Bu sorunun cevabını çözmek için kendi kendime şöyle bir muhakeme yapıyorum:
Sözünde durduğu takdirde bir ecnebi kızının mecbur edilmediği halde bir Türk Subayın karşı göstereceği yakınlığın sebebi hakikaten düşündürücü tatlı bir sürpriz değil midir?
Sözünde durmadığı takdirde ise, o Subay tarafından gösterilen centilmence harekete karşı bir kabalık olurdu. Çünkü evine kadar gelen bir kızı böyle bir zamanda kendi arzusuna terk ederek gitmesine müsaade etmesi o Subayca bir büyüklük, adi bir kız nazarında ise "Budalalık" olmaz mı idi?
Artık nasıl düşünülürse düşünülsün. Değil mi ki, Mariçe ertesi günü geldi işte.
Bu havadis Samsun'a kadar dal budak salarak Anneciğimin kulağına kadar gitmiş; "Oğlunun yanında öyle bir kız var ki, İzmir’in en güzel kızlarından birisidir. Aynı zamanda bir Ecnebi. Galiba Oğlun Onunla evlenecekmiş de."
Annem, çok iyi düşünen, iyi terbiye almış asil bir aile kızıdır.
Bu dedikodulara gülerek şu cevabı vermiş:
"Oğlum, İstiklal Harbinin başından sonuna kadar cephelerde çarpıştı. Ve sonra da ölmeden İzmir’e girdi. Şimdi bir Ecnebi Kızını o'na çok mu görüyorsunuz ayol?"
Yine de, Mariçe hakkında işittiği sözleri tahkik etmek için mi Annem Samsundan İzmir’e kadar tek başına gelmişti, yoksa Harb'den çıkmış tek varlığı Oğlunun hasretine mi dayanamamıştı, hala meçhulümdür.

Akşamın alaca karanlığında Mariçe evime geldiği zaman gururla karışık en yüksek sevgiyi duyan bir gencin haletiruhiyesi vardı bende.
Mariçe'yi resmî bir Subay gibi değil, en yakın bir dost, sevgili gibi karşıladım.
Balkonda, körfezin etrafına, çok kıymetli bir kolye azamet ve ihtişamı ile kümelenmiş, pırıldayan ışık huzmeleri karşısında sevgili İzmir’i yanımdaki Romen dilberi ile mest ve hayran seyrettim. O, çok nezih ve ince ruhlu, kültürlü, cana yakın ve bir gencin bir kızda görmek istediği bütün meziyetlere sahip idi.

Ne diyeyim bilmem ki, kısacası: Seven bir genç kız kalbinin sevgi dolu vuruşlarını kalbinde hisseden, muharebelerden çıkmış bir gençtim işte.
Her hangi mücbir bir sebebin tesiri altında kalmadan, hakiki bir sevgi ile bana bağlanan hayat dolu ve bütün güzellikleri nadide bir buket halinde içten gelen yüksek bir sevgi ile sunan bir genç kızın sevgisine şüphesiz ki ondan daha yüksek bir alaka ile mukabelede bulunmak, enerji kaynağı dolu olan bir Türk Gencine yakışır hareket tarzı olurdu.
İşte ben Mariçe'ye, Samsuna kadar giden efsanevi güzelliğinin karşısında gördüğüm mukabeleden duyduğum gurur ile kalpten bağlanmıştım.
O'nunla evlenecek, Samsun'a götürecek ve mesut bir yuva kuracaktım. Kararım böyle idi.
Yirmi üç yaşında Üsteğmen olmuş ve istikbali parlak görünen bir Subay olmak hasebiyle Muvazzaf olarak Ordu'da kalabilirdim de.

Bu sıralarda gelen bir emir bu düşüncelerimi alt üst etti: "Hiç bir Türk Subayının yanında yabancı bir kız bulunmayacaktır."
Bu emirden sonra bir Arkadaşımın başına gelenleri de bahsetmeden geçemeyeceğim:
Bu arkadaş, bulunduğu mıntıkanın güzel bir Rum kızına aşık olmuş. Yüzbaşı da bu emre dayanarak kızı onun elinden almak istiyor.
Arkadaşım bana gelerek: "Eğer bu kızdan beni ayırırlarsa intihar ederim." dedi.
Bu durum bana çok tesit etti. Çünkü benim bu arkadaşım canım kadar sevdiğim, mazbut bir ahlaka sahip bir genç. Dediğini yapar mı yapar.
Dayanamayarak Yüzbaşı'ya gidiyorum:
"Yüzbaşım, bu emir her halde yanlarında gönül eğlendirmek için saklanan Rum veyahut Ermeni Kızlarını kastetmektedir.
Halbuki bu Arkadaş, bu kız ile evlenecektir. Sonra Harp ederek İzmir’e kadar gelmiş bir Subayın bir kız için intihar etmesine razı olur musunuz?"
Yüzbaşı hovardalığı ile tanınmış olmasına rağmen açık fikirli, temiz ve iyi düşünceli bir subaydı.
Sevginin derecesine göre vaziyeti ayarlamayı münasip buldu.
Bu gençler evlendiler, el an da mesut bir hayat yaşamaktadırlar.
Bana gelince, Mariçe, damarlarında, doğduğu günden beri kin ve garezin dolaşıp durduğu kirli ve melun bir kan taşıyan ne bir Rum ve ne de Türk Tabiiyetinde yabancı bir kız idi.
O, bir Romen Kızı.
Evet, kalbi intikam hırsı ile çarparken yüzünde riya ile karışık tebessümler görmeye katlanmayacağım bir Romen Kızı.
Saadet Yolculuğuna O'nunla hiç düşünmeden, çekinmeden çıkabilirim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder