30 Haziran 2017 Cuma

40 - İstiklal Harbi Madalyamın Başından Geçen Macera

Seneler insafsızca akıp gidiyor.

Zannedersem, bir 30 Ağustos Zafer Bayramında Samsun’da Park’ta dolaşmakta iken, Harp Arkadaşım Ünyeli Zihni ile karşılaşıverdim.
Sarılıp öpüştük ve kanepelerden birisine oturduk.
Bir müddet konuştuktan sonra beni şöyle bir süzdü ve:
"Madalyanı niçin takmadın?" dedi.
"Ne Madalyası, İstiklal Harbi Madalyası mı? Maalesef, o nesneden bize layık görüp de henüz lütfetmediler." diye cevap verdim.
"Amma da yaptın ha... Ben, Ünye’de arkadaşlara diyorum ki; Henüz İstiklal Madalyası olmadığı zaman cephedeki fevkalade hizmetimize karşılık ilk Madalyayı Samsun’da Safa Bey ile Ben aldım. Sizdekiler ise Umum meyanında verilen madalyalardır.
Hâlbuki sen daha Madalya almamışsın. Yahu, sen ne biçim adamsın? Hakkını niçin aramıyorsun be?" diye benimle alay da etti.
Fena halde içerlemiştim bu sözlere.
Her sene, yoklama için gittiğim Şube'de, Şube Reisine ve arkadaşlara Madalyamı sorar, "Yazdıydık", "Henüz gelmedi", "Yazacağız" cevabını alır, tekidini rica eder ayrılırdım.
Seneye kadar bekler yine sorarım ve aynı cevapları alırdım. Bu şekilde seneler de gelip, geçti.
Fakat bu karşılaşmadan sonra artık dayanamadım.
Zihni, benim gözlerimi açmıştı.
O'nun göğsündeki Madalya kalbime kızgın bir parça halinde yapışmıştı.
Bu acı ile çalışmakta olduğum Samsun Nakliyat Ambarına geldim.
Atatürk’e hitaben bir mektup yazdım.
Bitirdiğim zaman bir az dokunaklı olduğunu gördüm. Zihni'nin lafları zihnimi allak bullak etmiş, hırsımı kalemden almıştım.
Kütahya Muharebesinde, Arslanapa Köyü civarında düşmanın bir Taburunun imhasından dolayı Kolordu'nun 4/2/1338 tarih Ş 1631/4069 numaralı yazılarında ve Garp Cephesi Kumandanlığının 31/12/1335 tarih ve Ş 14 23 numarası ile Harpteki hüsnü hizmetine mukabil almış olduğum Madalyayı bu güne kadar vermediklerinden bahsediyor, Cephe gerisinde çalgıcı, levazım vesaireye derhal verildiğini, benim ise bizzat Harp Meydanında aldığım madalyanın alınmasına muvaffak olamadığımı yazarak şöyle diyordum:
"Ben, şeref düşkünü değilim. Yalnız, manevi bir kıymeti haiz bulunan bu madalyayı sırf çocuklarıma bir hatıra bırakmak için istiyorum. Hem aynı zamanda bu benim hakkımdır. Hakkını aramayan da insan değildir. Hiç olmazsa Umum meyanındaki Madalyalardan verilmesi için Devletlerine intizar ediyorum."
Mektubu Postaya verdikten on gün sonra Atatürk’ün şiddetli bir emri şubeyi alt üst edivermişti. Şubede, Samsun ambarında çalışan arkadaşlardan Yaşar Bey askerlik yapıyordu. Gelen emrin suretini çıkarıp getirdi.
ATATÜRK, Milli Müdafaa Vekaleti vasıtasıyla Tokat’ta Kolordu Kumandanı Abdullah Paşa'ya bildiriyor. Abdullah Paşa da Tümene. Nihayet emir de Şubeye geliyor.
Gelen emirde:
"Yedek Üsteğmen Safa Efendinin Madalyası bu güne kadar neden verilmemiştir? Kendisine derhal verilerek bir imza alınıp gönderilmesi" bildiriliyordu.
O zaman Şube Reisi tesadüfen, benim Tabur Komutanım Binbaşı Hilmi Bey idi.
Hilmi Bey bana telefon etti:
"Safa, Madalyan geldi." dedi.
Gittim, Madalyayı istedim.
Madalya yokmuş, kâğıdı gelmiş. Madalyayı sonra alacağımı bildirdiler.
Ne yapalım, buna da eyvallah.
Madalyanın kâğıdını aldım.
Gel zaman, git zaman, ATATÜRK VEFAT etti.
Benim, madeni Madalya hala gelecek.
Tekrar Şubeye gittim. İhtiyar bir Şube reisi vardı. Madalya meselesini her Şube Reisi gibi o'na da anlattım: "Şimdi de İSMET PAŞA'ya mı yazayım?" dedim.
Adamcağız: "Vallahi yaz kardeşim. Ne yapalım gelmiyor." dedi.
Aradan bir müddet daha geçti.
Bir gün Şube'ye Şükrü isminde bir Topçu Binbaşı geldi. Vaziyeti ona da anlattım tabii.
"Madalyanı derhal getirttireceğim." dedi, bana da bildireceğini ve müsterih olmamı ilave etti.
Teşekkür ederek ayrıldım.
Hakikaten Şükrü Bey sözünde durdu ve bir ay sonra Madalyam geldi.
Şükrü Bey beni telefon ile Şube'ye çağırarak kendi eli ile Madalyamı taktı.
Takılan Madalya, Garp Cephesinin verdiği Madalya değil de, Umum Meyanında verilen madalyalardandı.
Ne yapalım. 

S O N

39 - İstiklal Harbinden Bende Kalan Son Hatıra

On beşinci Fırka Kumandanlığı
Şube: 2
Muamelat : 921
İzmir – Bayraklı
7.8.1339 (1923)


          Alay 45, Bölük 8, Mülazım’ı Evvel Safa Efendiye
          Vatanın en buhranlı anlarında Orduya iltihak ederek Memleketi her taraftan istila eden Düşman Seylabından kurtarmak için ifa ettiğiniz hıdemat-ı bergüzide Ordu'da layemut hatıralar bırakmış ve Ordu içinde Fırkanın şan-u şerefle çarpıştığı muhtelif muharebelerin tetevvücü hususunda sebk eden himmet ve gayretiniz Fırkanın ebedi hürmet ve şükranını kazanmıştır.
          Cenab-ı Kibriya’nın lütuf ve inayetiyle hitama eren Vazife-i Vataniyenizin hüsnü suretle ifasından mütevellit fahru gururla ayrılan Siz arkadaşıma Fırkam namına selametler temenni ederken atılacağınız yeni saha-i cidalde de aynı derecede muvaffakiyetinizi Cenab-ı Hak’dan niyaz ve Vatana daima nafı bir uzuv olarak kalmanızı tazarru eylerim.
On beşinci Fırka Kumandanı
NACİ                    

38 - Naci Paşa İle Karşılaşma

Bir gün Alay Kumandanlığından şöyle bir emir geldi: "Sekizinci Bölükten Üsteğmen Safa Efendi Dördüncü Bölüğü teşkile memur edilmiştir."
Bu emri alınca Tabur Kumandanlığına gittim, hiç yoktan bir Bölük teşkil etmek için bana salahiyet verilmesini rica ettim.
"Sen Bölüğü teşkil et de ne yapılmak icap ederse biz yaparız." dediler.
"Şu halde Taburun diğer Bölüklerinden bu Bölüğü meydana getirecek Çavuş, Onbaşı ve Erleri ben seçeceğim." dedim.
Tabur Komutanı kabul ederek Bölüklere emir yazdı.
Kışlanın önündeki geniş meydana Bölükler toplandılar. Efradı gözden geçirdim. Baktım ki, böyle bir vazife için tam manası ile açıkgöze benzer Çavuş, Onbaşı ve Er hiç yok. Derhâl koğuşlara giderek araştırdım, kıymetli Erler koğuşlarda bırakılmıştı.
Koğuşlardaki bu Erlerin de Bölüklerine iltihaklarını istedim. Bölük Komutanlarının yüzlerinden bana çok içerlediklerini anladım ama ne yapalım ki, emir böyle idi.
Karşımda bulunan Bölüklere durumu anlattım, vaktiyle Makinalıda bulunanların dışarı çıkmalarını söyledim. Çıkanları tetkik ederek icap edenleri ayırdım.
Bölük mevcudunu ikmal için her Bölükten seçme erleri vaziyet ve tavrı hareketlerinden anlayarak çekip aldım. Bu suretle efradı tamamlamış ve tüfeklerle levazımatını Tüfekçi Ustasına, Hayvanat ve teçhizatını da Saraç'a havale ederek mükemmel bir Bölük teşkiline muvaffak oldum.
Bir taraftan da Askerlerin yetiştirilmesi için elimden geldiği kadar ameli talimlere ehemmiyet vermekteyim.
Günler ilerledikçe iyi neticeler almaya başladım.
Bir gün, talim yaptırırken ani olarak Tümen Kumandanı NACİ TINAZ ve Alay Kumandanı RIZA Bey’ler geliverdiler.
Kumandanları uzaktan görünce Bölüğü derhal saffı harp nizamına geçirdim, sert hareketlerle de Taktim Kumandasını verdim.
Bu kumanda, Yedek Subay Talimgâhında Muallim iken yetiştirmiş olduğum kıtalara verilen kumandalar gibi muvaffak olmuştu:
Asker, yekpare bir vücut gibi makinalaşmıştı.
Naci Paşa öyle memnun olmuştu ki, ismim ile hitap ederek:
"Aferin Safa. Size bir şey soracağım; Bana teftiş vermek için ne kadar zamana ihtiyaç vardır? Tahmin edebilir misiniz?" dediler.
Naci Paşanın arkasında Alay Kumandanı parmakları ile işaretler yapıyor, iki ile üçü gösteriyor, yani bana iki ile üç ay demek istiyordu.
Alay Kumandanının bu işaretlerini nazarı dikkate almayarak vaziyeti Naci Paşa'nın takdirlerine bıraktım:
"Siz ne zaman arzu ederseniz Efendim." dedim.
"Öyle ise, gelecek ay aynı gün ve saatte geleceğim." diyerek uzaklaştı.

Naci Paşa, cephe gerilerinde bulunduğumuz zaman ayda bir kaç defa bizim köye gelir, koğuşta ders verdiğim sırada birdenbire içeri girerek derslerimizi takip ederdi. Bunun için, bana, bir bölüğün yetişmesi için bir ay kadar zaman kabul etmesini tabii bulmuştum.
Bütün kuvvetim ile çalışıyor, mahcup olmamaya gayret ediyordum.
Teftişe az bir zaman kalmıştı.
Bir gün Talimhanede iken Alay Kumandanı Rıza Bey yanıma gelerek:
"Siz, Yedek misiniz, Muvazzaf mı?" diye sordu.
Yedek olduğumu öğrenince: "YAAA..." diyerek gitti.
Ertesi günü de şöyle bir emir geldi:
"Dördüncü Bölük Komutan Vekili Safa Efendi Bölüğü Üsteğmen Şerafettin Efendi'ye teslim ederek Bölüğüne iltihak edecektir."
Demek ki, Alay Kumandanı, Üsteğmen olmaklığım dolayısıyla beni Muvazzaf biliyorlarmış. Yedek olduğumu öğrenince haklı olarak yerime Muvazzaf Subay tayin etmişti. Zira terhis emrimiz yakındı.
Aradan bir müddet geçtikten sonra Tümen'ce Manevra yaptık.
Manevra muvaffakiyetle sona erdi.
Tümen Kumandanı atının üstünde, önünden geçmekte olan Tümen’i selamlıyordu.
Sıra bizim Bölüğe geldi.
Ben, Yüzbaşım ile yan yana, atın üzerinde muntazam bir yürüyüş ile geçtik.
Tümen Kumandanının bulunduğu yerden henüz on beş metre kadar ayrılmıştık ki, NACİ PAŞA arkamdan sesleniyordu:
"Safa Efendi, Safa Efendi. Yetiştirmiş olduğunuz Bölükten dolayı size çak TEŞEKKÜR EDERİM."
Bendeki, hatta benden ziyade Yüzbaşımdaki gururu seyretmek lazımdı.
Küçük rütbeli bir Subay için bu iltifat az şey mi idi?
Sonradan öğrendim ki, Tümen Kumandanı aynı gün ve saatte Talimhaneye gelmiş, Dördüncü Bölüğü teftiş edeceğini söylemiş. Bölük karşısına gelip de başka bir Komutan tarafından tekmil alınca:
"Nerede bu Bölüğün Komutanı Safa Efendi?" diye sormuş, Alay Kumandanı da Bölüğüne naklettiğini söylemiş.
"Yaaa..." diye hayret ifade eden bir seslenişte bulunduktan sonra teftişe devam etmiş.
Verdiği bütün vazifeler efrat tarafından mükemmelen ve sürat ile yapıldığından çok memnun olarak ayrılmış.
Her ne kadar Bölük başka bir Komutanın emrinde ise de yetiştirenin Safa olduğunu bilen Tümen Kumandanının bu takdirkâr hareketi beni çok mütehassis etmişti.
Böyle, kadirşinas Kumandanları Allah ordudan eksik etmesin.

29 Haziran 2017 Perşembe

37 - Sahil Muhafızlığı

16 Ekim 1922
İzmir’e bir tren hattı ile bağlı bulunan Seydi Köyündeyim.
Samsun’dan annem de gelmişti.
Emir Erim ile birlikte bir evde kalıyoruz.
Seydi Köyüne yakın Gazi Emir Kışlasında günlerimi doldurmakta, terhisimi beklemekteyim.
Kendime daima bir meşguliyet aramaktayım.
Her ne olursa olsun üşenmeden yapıyorum. Hatta "Kışla” isminde bir gazeteyi de Yüzbaşım ile birlikte çıkartmaktayım.
Bu arada yine bir iş çıktı; bir maceraya daha atılıyoruz:
Taburumuz, SİSAM Adası karşısında sahili koruma için harekete geçti.
Uzun bir yürüyüşten sonra Akdeniz Sahiline ulaştık. Sisam Adası tam karşımızda.
Ada o kadar yakın ki, bağırılsa işitilecek sanki.
Çok yakın bulunan bu adadan akşama yakın motorlarla hareket eden Yunan Çeteleri bir iki saat sonra Sahillerimize geliyorlar, fırsat buldukça dışarı çıkıyorlar ve köylere baskınlar yapıyorlarmış.
Üsteğmen İhsan Beyin Kumandasındaki Altıncı Bölük ile iki tüfekten ibaret bulunan Takım ile Kesre’ye bağlı PANANOS ismi verilen bir köydeyiz.
Altıncı Bölük Takım Subayı, yukarıda macerasını anlattığım arkadaşım Zihni ile bir odada kalıyoruz.
Sahile bir telefon hattı çektik.
Hafif Makinalı Tüfekli ve bir Çavuş kumandasındaki kıta, her gün akşama doğru sahile giderek sabaha kadar nöbet beklemektedir.
Bu Çeteler her zaman karanlık geceleri seçmekte ve sahillerimizi baştan başa kat ederek çıkacak bir yer aramaktadırlar.
İhsan Beyin bulunduğu telefonlu binada her akşam geç vakitlere kadar oturarak hem tatlı tatlı konuşur hem de sahile gönderdiğimiz kıtadan bir haber gelecek mi diye beklerdik.
Aksi gibi biz geldikten bir kaç gün sonra karanlık ıssız geceler başladı.
Mehtapsız ve yıldızsız geceler.
Sahildeki Çavuş her akşam düşman motorunun sahile yanaşmakta olduğunu bildirir, zavallı Zihni de bir hafif makinalı tüfek mangası alarak Köy ile deniz arasındaki mesafeyi koşarak gider, bekler, Çeteler geçer, o da köye dönerdi.
Zihni'cik, artık bu her gün gidip gelmelerden bıktı, usandı.
Bir gün bana dedi ki: "Safa, ne olur, ben: "Düşman göründü, geliyor." diye telefon edecek olursam İhsan Bey'den "ATEŞ" emri verdirirsen çok memnun olurum."
Ateş açtıracağıma dair kendisine söz verdim.
Ertesi akşam Zihni, aldığı telefon haberi üzerine yine bermutat koşarak sahile gitti.
Bir müddet sonra düşmanın, sahile yanaşmakta olduğunu bildirdi.
Bu telefon karşısında İhsan Bey titriyor, adeta sinir buhranları geçiriyor. Her zaman da böyle olurdu.
"İhsan Bey," dedim: "Bu hal her gece böyle devam edip gidiyor. Hem siz sinirleniyorsunuz, hem de Zihni ve Askerler boş yere yoruluyorlar. Gel şu motorlara bir ateş açtıralım. Bakalım ne olacak? Belki de iyi netice alırız bundan."
Bir elinde telefon gözleri bende, diğer elinin bir takım hareketleri ile "Hayır" işaretleri veriyor, "Olmaz, olmaz." demek istiyordu.
Dayanamadım:
"Birader, bunda korkacak ne var? Bu kadar tereddüt olmaz artık. Verin şu ateş emrini de ne olacaksa olsun, kurtulalım. Mesuliyeti de bana, ait olsun." dedim.
Gururuna tesir eden bu sözler karşısında daha fazla tereddüt etmeden:
"Ateş ediniz." emrini verdi.
Mesafe uzak olduğundan sesler gelmiyordu.
Acaba ne olmuştu, Zihni ne yapmıştı?
Yarım saat sonra Zihni gülerek geldi, vaziyeti de şöyle anlattı:
"Ateş emrini alınca deniz kenarına yatarak denizin üzerini tetkik edip Çavuşa tüfek başına geçmesini ve ateş edeceğimizi söyledim. Sahilden de bir az geriye çekilerek elektrik fenerimi çıkarttım, yaktıktan sonra boydan boya bir "HAÇ" işareti yaptım.
Birdenbire deniz üzerinde ışıklar yandı ve sahile oldukça yakın bir yerden bir motor göründü.
Makinalı Tüfeklerle Piyade silahları bu motoru derhal şiddetli ateş altına aldılar.
Düşman neye uğradığını bilemeyerek bir takım acı sesler çıkararak ışıklarını söndürüp bütün kuvveti ile tornistan edip uzaklaştı.
Bu şiddetli ateşimiz boşa gitmemiş, bir şeyler olmuştu herhalde." dedi.
O günden sonra ne bir Çete motoru geldi, ne de bizi uykusuz bırakan telefon zırıltıları.
Taburumuzun vazifesi nihayete ermiş, Gazi Emir Kışlasına dönmüştük.

22 Haziran 2017 Perşembe

36 - Ayrılık

Mariçe, İzmir içerilerinde bulunan ailesinin yanına gitmeyi aklına bile getirmiyor.
Bir Kanarya kafesini andıran derli, toplu evimde sadık Emir Erim Kastamonulu Ali'nin çarşıdan getirdiği kumanya ile hazırladığı nefis yemekleri bize ikram ettikten sonra neşeler yaratıyor, bana garipliğimi unutturmaya çalışıyordu.
Ne güzel yetiştirilmiş bir kızdı bu.
Bilmediği şey yoktu.
Bir dolapta terk edilmiş bir Mandolin bulmuş, güzel parmaklarının sevimli hareketlerinden dökülen yanık ve şakrak sesinin ruha nüfuz eden ahenklerini mecz ederek bir Romen şarkısı söylüyor.
Daha sonra karşıma geçerek bir az evvelki mehtabı andıran tertemiz çehrenin bulutlanan hali kalbimi bir burgu gibi delerken:
"İşte görüyorsunuz ya, Ailemi terk ettim. Bunun günahını, beni terk etmekle ödetmeyin sakın." diyordu.
Bu sözleri söylerken sulanan gözlerinden bir kaç damlanın dolgun yanaklarından bir iz bırakmadan yuvarlandığını görüyorum. Hiç bir zaman terk edemezdim O'nu.

Ne gariptir ki, bu güzel ve kati kararımdan pek az bir zaman sonra zalim kaderin bir sırtlanı andıran korkunç dişlerinin gıcırdamaya başladığını, bu kararımla tezat teşkil eden hadiselerin benliğimi sarsarak hayatıma bambaşka bir veçhe vermeyi mukabil kararla tatbik mevkiine koymakta bulunduğunu geçirmekte olduğum buhranlı günlerin acı ve işkenceli tezahürlerinden anlamış bulunuyorum.

Punta Deniz Hamamının karşısındaki Gazinonun bahçesinde denize karşı bir masada yalnız başıma oturmaktayım.
Sıcaktan yanan ve kavrulan İzmir, akşama doğru esen ılık ve okşayıcı bir rüzgar ile yavaş yavaş ayılıyor, canlanıyor.
Evlerde mahpus kalan gençler baştan aşağıya beyazlara bürünmüş, püfür püfür dalgalana dalgalana Kordon Boyu'na akın ediyorlar, Gazino bahçeleri, masalar dolup taşıyor.
Baştanbaşa sarmaşıklarla örtülü yeşil bir duvara yan vermiş, masadan etrafı seyretmekteyim. Buzlu Bira içiyorum. Bir aralık dalmış, düşünüyordum ki karşımda şık bir delikanlının belirdiğinin farkına vardım.
İnce siyah bıyıkları ve onlardan bir az daha kalınca uzun kaşları, büyükçe yine siyah gözleri ile bir Türk Delikanlısını andıran bu genç, pek yakından tanıdığım bir yüze benziyor, hem de bana hiç yabancı gelmeyen bir yüze.
Elini uzattı, ben de doğrularak bu eli sıktım.
Yer gösterdim, karşı karşıya oturduk.
Henüz bir kelime bile konuşmayan bu esrarengiz gence karşı her ihtimale karşı kendimi korumak Ve her an tetikte bulunmak için elim tabancamın kabzasında manevra kayışını lalettayin tutar bir vaziyette.
Ağzını ilk açtığı anda:
"Ben, Mariçe'nin kardeşiyim." dedi.
Mariçe'nin, erkek şekline girmiş makyajlı bir yüzü ile karşı karşıya bulunmak nedense bana emniyet vermişti.
Ne kadar benzeyişti bu?
Bir elmanın ikiye bölünmüş parçası derler ya.
Telâşımı, Garson çağırmak ve Bira söylemekle gizlemeye çalıştım.
Gözlerini gözlerime dikerek adeta yalvarır bir halde konuşmaya başladı:
"Sizden, mühim, hem de çok mühim bir ricada bulunmaya, daha doğrusu yalvarmaya geldim. Eğer beni dinlemek zahmet ve nezaketini gösterecek olursanız bana büyük iyilikte bulunmuş olacaksınız." dedi.
"Buyurun." dedim.
Biraz kızaran ve hafifçe terleyen yüzünü mendili ile silerek gözlerini kaldırmadan devam etti:
"Biz, Romanya’dan, İstiklal Harbinden evvel geldik. Sonra işgal ve harp başladı. Burada kalmaya mecbur olduk.
Babam öldü. Romanya’daki Amcamın vefatını da haber aldık.
Amcam çok zengindir. Bir tek de oğlu var. İki sene evvel İzmir’e gelmişti. Mariçe ile nişanlandılar. Amcamın vefatı ile bütün servet O'na kalmıştı. Esasen bu uzun Harp Senelerinde Romanya’dan bize çok yardımı dokunmuştur.
Bizim, yani Annem ile Mariçe ve benim istikbalimiz bu adamın elindedir.
Sizin isminizi işittim. Sizi bana tanıttılar. Arkanızda günlerce dolaştım.
Nihayet burada oturmanız bana sizin ile konuşma cesaret ve fırsatını verdi.
Mariçe'yi sevdiğinizi ve O'nun da bizi arayıp sormayacak kadar sizi sevdiğini biliyorum.
Mariçe'yi mademki bu kadar seviyorsunuz, O'nun istikbalini demeyeceğim, çünkü biliyorum, o istikbali O'na belki siz de verebilirsiniz, yalnız, O'nun zavallı bir Annesi ile karşınızda gördüğünüz genç kardeşine acıyınız.
Size yalvarıyorum, kardeşimi bize iade ediniz."
Son cümle beynimde bir bomba gibi patladı.
Gözlerim kararmıştı.
Bana bu şekilde hitap eden bu ağızı bir yumrukta susturmak isterdim.
Bir an duraklama geçiren muhakemem yavaş yavaş yerine geldi, sakin düşüncelere daldım.
O susmuş, bütün dikkati ile bana bakıyor, ne diyeceğimi merak ile bekliyordu.
"Bu tercüme-i halinizle beni tam kalbimden yaraladınız. Sizi, bütün mevcudiyetimle temin ederim ki, Mariçe ile evlenecektim. Hatta kendisine söz vermiş de bulunuyorum. Bu düşüncelerimi şu anda alt, üst ettiniz."
Son cümleyi söylerken, denize düşen bir insanın tutunacak bir cankurtaran araması gibi benim de düşüncelerimin üzerinden bir ümit şulesi geçer gibi olmuştu.
Mariçe’nin, Amcazadeniz ile nişanlı olduğunu söylemiştiniz. İspat edebilir misiniz?"
O, sanki böyle bir suale muhatap olacağını evvelden biliyormuş gibi hemen cebinden bir fotoğraf çıkararak uzattı.
Bu resim, Mariçe’nin nişanlandığı günün hatırasını ihtiva ediyordu.
"O'nun, bir ömür boyunca saadeti ve sizin de anneniz ile birlikte mesut ve Bahtiyar olmanız için fedakarlıkta bulunmayı şu anda bana vicdanım emrediyor. Mariçe'yi size vereceğim, söz veriyorum. Yalnız, bir müddet bekleyeceksiniz: Vazifemin hitamında mesele halledilmiş olacaktır." dedim.
Delikanlı sevincinden ağlıyor, ellerime sarılarak öpüyordu:
"Ne iyi bir insansınız siz. Bu fedakârlığınızın karşısında ne yapacağımı bilemiyorum. Bütün kalbimle Mariçe'ye de hak veriyorum. Çünkü az zamanda beni bile kendinize bağlamış bulunuyorsunuz. İlelebet unutamayacağım sizi." diyerek kalktı, mesut bir insanın neşeli titreyişleri ile elimi sıkarak çakıl taşları üzerinden kalbimi parçalayan hışırtılarla geçip gitti.

Eski cevval bir subayın yerinde şimdi hayata küsmüş, kolları yana sarkmış, bitkin, başı öne eğilmiş bir robot hissizliği ile yürüyen ihtiyar bir subay vardı.
Her taraf kararmış, gece hayatı başlamıştı.
Evin kapısına kadar getiren ayaklarım bir türlü içeri girmek istemiyorlardı.
Gözümün önünde bir an o delikanlının yaşaran bir çift gözü ile hayali beliriverdi. Verdiğim söz, bu gözlerde sevinç yaşları ile buğulanmıştı.
Azimkâr bir hal aldım.
Kapıyı açan Mariçe’nin sual soran bakışlarına neşeli bir yüz ile mukabelede bulunmak mecburiyetine büyük bir sabır ve sükûn ile nasıl katlandığıma hayret ediyorum.
Hayatımın bir dönüm noktasını teşkil eden bu akşam bilmem ki ömrümün karanlık gecelerine bir başlangıç mı olacaktı?
Günlerim, bir idam mahkûmunun beklediği ölüm günleri gibi ıstıraplı ve üzüntülü geçerken Mariçe ise verdiğimiz karardan habersiz etrafa neşe ve sevinç saçıyordu.
Ayrılış günü nihayet geldi çattı.
Kışlaya avdet emrini aldım.
Epeyce uzun bir şekilde, her şeyi izah eden bir mektup yazdım.
Türkçe, fakat Latin harfleri ile Fransız usulünde kaleme aldığım bu ayrılık mektubunu her zaman yanında taşıdığı ve sık sık kullandığı el çantasına gizlice koyarak evden uzaklaştım.

Gençliğimin, bu ilk sevgisine sahne olan kalbim, Mariçe’nin hatıralarına bir mezar olmuş ve İzmir’deki bu aşk perdesi de böylece kapanmıştı.

21 Haziran 2017 Çarşamba

35 - Ecnebi Subayları; Harpten Evvelki Bir Hadise İle Mukayese

Zıp zıp taşı gibi yerinde durmayan, her yere, her tarafa derhal yetişen, cevval ve faal bir gençtim.
Aldığım vazifeyi hakkiyle yapmadan rahat etmek aklımdan geçmezdi.
O zamanlar Yirmi dört yaşına girmiş bir Yedek Üsteğmen, hayal gibi bir şeydi. Zira Yedeklerin Teğmenlikten yukarıya çıktığı çok seyrekti.
Bu, ölüm ve kalım savaşında muvaffakiyetler kazanmış, sicilinde "HARBİ UMUMİNİN İHTİYAT ZABITAN TALİMGAH’I HEYETİ TALİMİYESİNDEN" kaydı bulunan bir Yedek Subay için bir derece terfii çok görmeyen NACİ PAŞA'nın bu kadirşinaslığı karşısında çok büyük sevgi ve şükran hisleri duymakta idim.
İzmir’in işgali anında beni, verilecek vazifeleri başaracak, itimada şayan bir insan tanıyıp, büyük ve mutena mıntıkaları uhdeme vermeleri gururumu arttırmaktaydı.
Bu yüzden, İzmir’in bu mutena mevkii ile mütenasip bir hal almaklığım icap ediyordu.
Bir kat elbise ile parlak ve şık bir çizme yaptırmıştım.
Ekseriya da Kordonboyu’ndan Punta istikametine gitmek icap ediyordu.
Bir gün, yine bir iş için Kordon'a süratle ilerlerken bir kaç subay ve erin kalabalık arasından yanımdan geçtiklerinin bir miktar ilerledikten sonra farkına vararak durdum, arkama dönerek baktım.
Ne gördüm, biliyor musunuz?
Limanda bulunan ecnebi Harp Gemilerinden dışarıya çıkmış bir kaç Subayın on metre kadar geride durup bana baktıklarını.
Hayret ve hürmetle karışık bir vaziyette, mütebessim bir çehre ile beni selamladıklarını gördüm.
Mukabele ederek yoluma devam ettim.
Hayret dolu bu hareketlerine sebep ne idi acaba?
Hem yürüyor, hem de gülüyordum. Yanlarından, çocuk denecek yaşta, kıvırcık, siyah bir kalpak, şık elbiseler, mahmuzları şıkır şıkır seslenen parlak çizmeler, manevra kayışında bir Parabellum ve kasatura, yakada iki yıldız, ateş gibi yalayıp geçen bir TÜRK SUBAYI.
Oyuncak değil: Yunanlıları dokuz gün içinde İzmir'e kadar kovalayıp denize döken ve bu hali gemilerinde kendilerine seyrettiren insanlardan birisi geçiyordu.
Bu hadise bana, mazimin acı bir sayfasını hatırlattı:
Mütareke seneleri.
İSTANBUL İŞGAL EDİLMİŞ.
Ben, Asteğmen olarak Yedek Subay Talimgâhında Muallim iken terhis edilerek Samsun'a gelmiştim.
Nihayet bir gün Samsun'da İngilizler tarafından işgal edildi.
Dayımın, SaathaneMeydanında TURAN ismini taşıyan bir Ticarethanesi vardı.
Ticarethanenin kapısı önünde ayakta duruyordum.
Önümden, yanında bir asker ile İngiliz Subayı geçti. Karşıdan da bir Türk Yüzbaşısı geliyordu.
Nasıl oldu bilmem, İngiliz Subayı birdenbire durdu ve bizim Yüzbaşı'ya kendilerini takip etmelerini söyledi.
Ben de merak ile onları takibe başladım. Şimdi Türkiye Kredi Bankası olan binaya geldiler.
İngiliz Subayı içeriye girdi, bizim Subay da merdivenlerin dibinde kaldı.
Bu bina İngiliz Mümessilliği imiş.
Bu arada binanın karşı ve yanlarında Zıpka Mintanlı Kahraman Lazlar peyda oluverdi.
İngiliz Subayı merdiven başlarında görünerek tercümanı vasıtası ile konuşmaya başladı: "Niçin selam vermediniz?" diyordu.
Bu suali soran bir Teğmen rütbesinde.
Bizimki ise bir Yüzbaşı.
Asabım fena halde bozulmuştu.
Neticeyi merakla beklemeye başladık.
Yüzbaşı zaman ve vaziyetin nezaketini derhal kavramış, İngiliz Subayı da etrafta çoğalan Lazların farkına varmıştı.
Yüzbaşı nezaket ile cevap verdi:
"GÖREMEDİM."
Bu söz bağrımı bir ok gibi dalarken İngiliz Subayı da etrafın tehlikesini müdrik ve bu cevaptan memun kalmış bir vaziyette: "Pek alâ, buyurunuz." dedi.
İşte Kordonboyu’nda yürürken aklıma gelen bu hadiseden dolayı gülüyordum.
Hey gidi dünya: Bizi hakir gören, artık mahvolduğumuza ve esir bir Millet olarak yaşayacağımıza, hiç bir hak sahibi olamayacağımıza kani bulunan bu insanlar, şimdi genç bir TÜRK SUBAYI karşısında hayretle açılan ağızlarını tebessümlerle süsleyerek selam vaziyeti alıyorlardı.

19 Haziran 2017 Pazartesi

34 - Gülünç Bir Hadise

Fırka Kumandanımız Naci Beyden bir pusula aldım:
Mıntıkamda bulunan Hristiyanlara ait metruk binalara Museviler tarafından girilmekte olduğu ve bunların derhal önüne geçilmesi bildiriliyordu.
Çavuşlarımdan birisini yanıma alarak mıntıkamı dolaştım, metruk binalara girenleri yakalamak üzere tertibat aldım.
Gizli mahallere birer nöbetçi dikmesini, bu binaları tarassut ettirmesini, evlere girilecek olursa derhal yakalamalarını Çavuş'a söyledim.
Akşam olmuş, Çavuş da Nöbetçileri dikerek bana malumat vermişti.
Bir kaç saat sonra, içeriye başka kıtadan bir Çavuş girdi, telaşlı bir hal ile:
"Efendim, bütün mahalle ayağa kalkmış, korku içerisinde, çok zengin bir Musevi Tüccarının evinde toplanmışlar. O Tüccar sizi Nurettin Paşa'ya şikayet edecekmiş. Size haber vermeye geldim." dedi.
Derhal yerimden fırladım.
Yanıma nöbetçileri diken Çavuş ile iki de Onbaşı alarak o zenginin bulunduğu eve götürmesini haberi getiren Çavuşa söyledim.
Çavuş bize evi gösterdi. Zile bastım, kapı açıldı, içeriye girdik.
Geniş bir salon, gecelik kıyafetleri ile dekolte bir vaziyette kadınlarla dolmuştu burası.
Bizi görenler kaçıştılar.
Çavuş ve Onbaşıları kapıda bırakarak salonun ortasına doğru ilerledim.
Bir kadın önüme düşerek beni o zenginin yanına götürdü.
Orta yaşlı, şişmanca bir adam ayakta beni karşıladı ve mağrur bir tavırla bana yanında yer gösterdi. Oturduk:
"Mösyö, işittim ki, benim hakkımda bazı şeyler söylemişsiniz. Sebebini izah eder misiniz?" dedim.
Adam kaşlarını çattı ve sert bir ses ile:
"Sizi, Nurettin Paşa’ya şikayet edeceğim. Askerleriniz mahallede bazı uygunsuz hareketlerde bulunmuşlar ve bu yüzden korkan Aileler gecelik kıyafetleri ile buraya doldular." dedi.
- Askerlerimiz ne gibi fena bir harekette bulundular, izah eder misiniz?
- Evdekilerden birisi dışarı çıkmış, içeriden sokağa akseden bir karaltı görmüş; "Kimdir o ?" diye seslenince silahlı bir Asker: "Sus be, ne bağırıyorsun?" diye o'na doğru ilerlemiş. Adam da çığlığı kopararak içeriye kaçmış. İkinci bir Asker de falancanın kapısını vurarak bir sandalye istemiş ve bir kahve yapmalarını söylemiş. Tabii bu hali görenler de korkarak soluğu bizim evde almışlar ve bütün civar bu hadise dolaylısıyla kamilen bize geldiler, sabaha kadar da burada kalmak istediklerini söylüyorlar."
Mesele anlaşılmıştı.
Dedim ki:
"Mösyö, bu, bir Askeri "sırcık" dır. Fakat mademki iş bu raddeye geldi, ben de vaziyeti husus olarak size izah edeyim:
Sizin mahallede Hristiyanlara ait bir takım evler vardır. Bu evlere taarruz edilmekte olduğunu haber aldım. Mahallenin sükûnunu ihlal eden bu adamları yakalamak için bu mahalleri tespit ederek etrafa nöbetçiler koydum. Anlaşılıyor ki, dışarıya çıkan bu adam bizim nöbetçiyi görünce korku ile bağırmış, o da:
"Sus be, gel sana anlatayım." demek istemiş.
Diğeri de, düşüncesizlik yaparak kapı çalıp sandalye, kahve, vesaire istemiş.
Meseleyi şimdi anladınız mı?
Bununla beraber ben, mahallenizin asayişini ve sizlerin istirahatınızı temin maksadı ile gece sabahlara kadar gezdirmekte olduğum Devriyeleri bu günden itibaren kaldırıyorum. Siz de Nurettin Paşa'ya bu mesele hakkında şikayette bulunabilirsiniz." dedikten sonra kalktım ve herkesin merak ve endişeli bakışları arasında sert adımlarla evden ayrıldım.

Bu zengin adam ertesi günü Karakola kadar geldi, bilmeyerek yaptıkları bu hareketten dolayı özür dileyerek Devriyelerin eskisi gibi gezdirilmesini mahalle namına rica ettiğini söyledi.
Bir müddet sonra hastalandığını işittiğim bu adamı tekrar görmeye gittim. Bir az konuştuktan sonra Eniştemin Dayısı; Tüccardan Kırzade Şevki Beyin arkadaşı olduğunu örendim. Bu zat, o zamanın milyonerlerindendi.

Edebiyatı çok severdim. Şiir’e de merakım vardı.
Cephede bile şiir yazardım.
Samsun'a yolladığım şiirlerimi AHALİ GAZETESİ neşreder, cepheye bana, Tümenimizin Subay ve Erlerine gönderirdi.
İzmir’de AHENK isminde bir gazete çıkmakta idi. İşlerimin arasında vakit bularak yazdığım şu şiiri bu gazeteye gönderdim:

GÜZEL İZMİR'E
Uzak Ufuklardan, yalçın dağlardan
Aylarca seni ben hicranla andım.
O karlı, tipili fırtınalardan
Kalbime sönmeyen ateşler aldım.
Sevdim seni ben gıyaben, fakat
Bu öyle adi bir sevda değildi.
Sardıkça alevi ruhumu kat kat
Kalbinde intikam feryat ederdi.
Her gece rüzgarla birlikte gelen
İnleyen sesini dinler ağlardım.
Bir gün ruhumdan kopup da gelen
Aşk ile: Yarabbi. diye yalvardım:
Yetişir bu zulüm, kurtar O'nu sen
Şu zalim düşmanın işkencesinden.
Sabrımı tüketti bu hazin sada
Olsun şu canım yoluna feda.
O müthiş zincirler kırıldı, birden
Sararmış dudaklar pembe renk aldı.
O hazin giryeli şikayetlerden,
Guşümde billurin kahkaha kaldı.
Maziyi unutup gül artık, inan,
Sen ey Akdenizin sevimli kızı.
Bir Anka Kuşuymuş kahrolan düşman
Göğsünde parlayan TÜRK'ÜN YILDIZI.

Bu şiirim, 15 Teşrinievvel (Ekim) 1922 tarihli AHENK Gazetesinde neşredilmişti.
Bu şiirinin neşredilmesini müteakip benden tekrar yazı ile idarehaneye kadar gelmekliğimi isteyen Gazetenin Sahibi CEVRİYE İSMAİL imzasını taşıyan bir yazı aldım.
Birdenbire hastalandım, başka yazı da yazamadığım gibi bu kıymetli davete icabet de edemedim.

33 - Takip

"Subayların yanında Rum ve Ermeni kızları bulunmayacaktır. Bulunduranlar tecziye edilecektir." emri geldikten sonra, yanlarında böyle kızlar bulunduranları da haber vermeye gelenler başladı.
Bir tanesi, Tramvay Caddesinde Mıntıka Kumandanlığının tam karşısındaki evde bir subay ile oturuyormuş.
Sonunda mahcup olmamak için ihbarın doğruluğunu tahkik etmem gerekiyordu.
Mıntıka Kumandanlığına gittim.
Parmaklıklı pencereleri olan bir bina idi burası.
Pancuları yarı aralayarak evi tarassut'a başladım.
Çok büyük bir vazife karşısında bulunuyordum cidden: Bütün Türklüğü ilgilendiren, Vatani bir vazife idi bu; Biricik Atamız ile Yüksek Kumandanlarımız İsmet İnönü ve Fevzi Çakmak'ın her zaman gelip geçtikleri bu cadde üzerindeki bir binada bulunan ciğeri peş para etmez bir Rum veya ermeni Kızının fırlatacağı bomba ile bütün bir Millet'in bağlı bulunduğu bu kıymetli şahsiyetleri bir anda kaybedebilirdik.
Bu ihtimaller aklıma gelince tüylerim diken diken oldular.
Bir müddet sonra evin kapısı açıldı, bir Asker çıktı. Ben de derhal aşağıya inerek caddenin karşı tarafına geçtim. Duvar kenarını takip ederek görünmeden kapıya kadar yanaştım.
Kapıya bir kâğıt yapıştırılmıştı. Kâğıtta, ismi yazılan Subayın bu evde oturduğu işaret ediliyordu. Subayın ismini bu suretle öğrendikten sonra, bakalım evde bir Rum Kızı var mıdır diye kapıyı çaldım.
Kapı açıldığı zaman karşımda gördüğüm güzel kıza Subayın ismini vererek:
"Ben arkadaşıyım, neredeler acaba? Kendisi ile görüşmek istiyordum." dedim.
Rum şivesi ile ancak akşama gelebileceğini söyledi. Tekrar geleceğini bildirerek ayrıldım.
Kapıdan bir az uzaklaşınca Subaya hitaben bir mektup yazdım, derhal Karakola gelmesini bildirdim.
Bu arada, eve gelmekte olan Asker ile karşılaştım. Askeri bir tarafa çekerek:
"Oğlum, bu pusulayı subayına ver. Evde başka kimse var mı?" dedim.
"Bir Hristiyan var." dedi.
"Bu kağıdı kimseye göstermeyeceksin. Mühimdir. Gizlice Subayına vereceksin, başka bir şey de demeyeceksin. Hepsi bu kadar." dedikten sonra Karakola giderek beklemeye başladım.
Akşama doğru Subay geldi.
"Bir şey mi var, beni istemişsiniz?" dedi.
"Evet, mühim bir şey." diye cevap verince rengi sarardı.
"Evinizde bir Hristiyan kızı olduğunu öğrendim. Bu bir anlık düşüncesizce hareketiniz hem sizin ve hem de koca bir Milletin felaketine sebep olabilir. Evinizden atılacak bir bomba, Kumandanlarımızın yok olmasına sebep olabilir. Şimdi yapacağınız iş, vakit kaybetmeden o kızı oradan uzaklaştırmaktır. Bana, kızın gönderildiğini ve evi tahliye ettiğinizi bildirmenizi rica ederim." dedim.
Anlayışlı ve iyi kalpli bir Yüzbaşı idi. Benim bu ihtar ve ikazımdan dolayı teşekkür ederek ayrıldı.
Ertesi günü de gelerek icabının harfiyen yerine getirildiğini bildirdi.
Tahkik ettiğim zaman, evin hakikaten tahliye edilmiş olduğunu öğrendim.

5 Haziran 2017 Pazartesi

32 - Beklenmedik Ziyaretçi

18 Eylül 1922
Şehrin içerisine girmiş bulunuyordum artık.
Bundan sonra faal inzibat hayatım başlıyor.
Karakol'dan başka hususi bir Köşk’te oturuyor ve geceleri de boş ve her şeyi mevcut bir evde kalıyorum.
Buraya geldiğimin ikinci günü ve hava da oldukça sıcak.
Mıntıkamı dolaşmaktan yorgun düşmüş, Takımımın bulunduğu binadaki resmi odama gelmiştim.
Ceketimi çıkardım, o sırada yere düşen bir düğmemi dikmek için iğne-iplik getirttim. Bu kadarcık bir şeyi de dikebilirdim her halde.
Ben bu ameliye ile meşgul iken kapı birdenbire açılıverdi, içeriye iki genç kız giriverdi.
Şaşırmıştım.
Kendimi toparlamaya çalışırken onların birer ince çığlığı andıran gülüşleri karşısında suç işlemiş bir çocuğun mahcup ve çekingen hareketleri ile giyinmeye hazırlanıyordum ki, bir çift büyük ve siyah gözün tatlı bakışlarının tesiri altında kaldığımı hissettim.
Elini bana uzatarak yarım bir Türkçe ile:
"Müsaade ederseniz ben dikeyim. Ceketinizi bana veriniz rica ederim. Biz burada bulunurken şu anda bu vazife size yakışmaz." diyerek dudaklarından bir an eksik olmayan tebessümlerle ceketimi aldı ve çok kısa zamanda dikerek teslim etti.
Beklenmedik ziyaretçinin bu nazik hareketleri karşısında teşekkürlerimi bildirirken, ziyaret sebepleri için sual soran bir tavır takındım.
Maksadım derhal anladı:
"Pardon" dedi ve devam etti:
"Sizden bir ricada bulunmak için arkadaşım ile geldim. İsmim Mariçe'dir. Anormal bazı olaylar cereyan ediyor ki, Askerlerin bize taarruz etmek ihtimalinden korkuyorum. Bizlerle alakadar olur musunuz? Olursanız bu ihtimal ortadan kalkar düşüncesi ile sizi rahatsız ettim."
Türkçesi yarım olduğu için konuşması esnasında derdini, meramını bir takım el ve baş hareketleri ile tamamlamaya çalışıyordu.
Hangi millete mensup olduğunu sorduğum zaman:
"Romanyalıyım." dedi.
Romanyalı olduğunu ispat edecek evrak istedim, derhal çantasından evrakını çıkararak bana verdi.
Romanya tabiiyetinde idi.
Arzularına ne gibi bir çare bulabilirdim acaba?
Aklıma bir fikir geldi ve aramızda şöyle bir konuşma cereyan etti:
- Romanyalı olduğunuza göre herhalde sizde bir Romen bayrağı bulunur.
- Evet, bulunur.
- Bir rozetiniz de var mı?
- Var.
- Çok iyi. Şu halde muvakkat bir zaman için kapınıza bayrak asacaksınız, rozeti de göğsünüze takacaksınız. Olur mu?
Tasavvurumun başlangıcını anlamış olacaklar ki, çok memnun oldular.
Bu Romen Kızının güzelliğinin fevkaladeliği karşısında ne yapacağımı şaşırmıştım zaten.
Bu derece güzel bir yüz ve bu derece muntazam bir endam ben bu zamana kadar görmemiştim şimdilik.
Giyiniş tarzındaki letafet, hareket ve yürüyüşlerindeki incelikle öyle mütenasip bir hal alıyordu ki, sevgi ve takdirimi gizleyemeyerek gayri ihtiyari fısıldadım:
"Çok sevimli ve naziksiniz. Kendinizi korumak için bu güzel teşebbüsünüzden dolayı sizi takdir ediyorum."
İçi gülen gözlerini gözlerime dikerek derin derin baktı ve sonra elini uzatarak:
"Adiyö" dedi ve bir güvercin gibi fırlayıp gitti.
Bu yazılarımla bir az da Edebiyat yapıyorum zannedilmesin.
Askerlik Hatıralarımı yazarken noksan bir şey bırakmamaya karar vermiştim. Mademki Hatıralarımın bu zamanlara ait olan kısımları bu mecraya girmiş bulunuyor, bir az da Romantik olmasına göz yummak mecburiyetinde kalmış bulunmaktayım.
Mariçe ile tanışmamdan sonra, haklı olduğumu anladığım zaman kendime son derece hakim ve azimkar bir Genç olduğumu da öğrendim.
Meğer bu Romen Kızı, İzmir’in en güzel kızlarından birisi imiş de benim haberim yokmuş.
Nöbetçi Çavuşuma:
"Kapılarında Bayrak olan ve Ecnebi Rozeti takan kadınlara son derece iyi muamele yapılacaktır, dikkat edilsin." diye emir verdim.

Ertesi günü Mariçe, bana git olan evime yalnız olarak geldi.
Mariçe’yi, o tatlı gülüşleri ve kalbe nüfuz eden bakışları ile karşımda görünce şaşırdım. Bir müddet sonra ancak kendime gelerek:
"Buyurunuz Matmazel." diyebildim.
Etrafına şöyle bir göz atarak ilerledi.
Balkona çıktık.
Evimin yeri yüksek olduğu için önümüzde başka yakın evler yoktu. Serbestçe oturup konuşabilirdik.
Yan yana oturduk.
Adeta boynuma sarılacakmış gibi bir sevinçle:
"Ne iyi bir insansınız. Sizin gibi iyi düşünceli nazik ve çok genç bir Türk Subayını tanımakla çok memnunum. Sizin dediklerinizi yerine getirdikten sonra hiç bir Asker gözünü kaldırıp da bize yan bile bakmamıştır. İşte bu hal, Türk Askerinin her askerden üstün olduğunu, yüksek bir karaktere sahip bulunduğunu bize açıkça anlatmıştır. Şimdi daha iyi anlıyorum ki, harbi kazanmak ve İzmir’e girmek sizin hakkınızdır. Bunu hak ettiniz de."
Mariçe’nin içten gelen sevgi tezahürleri karşısında bu temiz ve asil düşüncesinden dolayı duyduğum sevinci tertemiz hislerle kendisine bildirdim.
Kalktı.
"Tekrar ve ne zaman arzu buyurulursa teşrifiniz beni memnun edecektir." dedim.
Elimi sıkmak için uzanan elini tatlı bir ürperişle sıkarken gözlerime dikilen manidar bakışların tesiri altında kaldığımı anlamış, dudaklarından bir an eksilmeyen tebessümlerle yine geleceğini bildirmek suretiyle bana ümitlerle dolu vait'de bulunarak ayrıldı.

Mariçe bu vaadinde duru mu idi acaba?
Bu sorunun cevabını çözmek için kendi kendime şöyle bir muhakeme yapıyorum:
Sözünde durduğu takdirde bir ecnebi kızının mecbur edilmediği halde bir Türk Subayın karşı göstereceği yakınlığın sebebi hakikaten düşündürücü tatlı bir sürpriz değil midir?
Sözünde durmadığı takdirde ise, o Subay tarafından gösterilen centilmence harekete karşı bir kabalık olurdu. Çünkü evine kadar gelen bir kızı böyle bir zamanda kendi arzusuna terk ederek gitmesine müsaade etmesi o Subayca bir büyüklük, adi bir kız nazarında ise "Budalalık" olmaz mı idi?
Artık nasıl düşünülürse düşünülsün. Değil mi ki, Mariçe ertesi günü geldi işte.
Bu havadis Samsun'a kadar dal budak salarak Anneciğimin kulağına kadar gitmiş; "Oğlunun yanında öyle bir kız var ki, İzmir’in en güzel kızlarından birisidir. Aynı zamanda bir Ecnebi. Galiba Oğlun Onunla evlenecekmiş de."
Annem, çok iyi düşünen, iyi terbiye almış asil bir aile kızıdır.
Bu dedikodulara gülerek şu cevabı vermiş:
"Oğlum, İstiklal Harbinin başından sonuna kadar cephelerde çarpıştı. Ve sonra da ölmeden İzmir’e girdi. Şimdi bir Ecnebi Kızını o'na çok mu görüyorsunuz ayol?"
Yine de, Mariçe hakkında işittiği sözleri tahkik etmek için mi Annem Samsundan İzmir’e kadar tek başına gelmişti, yoksa Harb'den çıkmış tek varlığı Oğlunun hasretine mi dayanamamıştı, hala meçhulümdür.

Akşamın alaca karanlığında Mariçe evime geldiği zaman gururla karışık en yüksek sevgiyi duyan bir gencin haletiruhiyesi vardı bende.
Mariçe'yi resmî bir Subay gibi değil, en yakın bir dost, sevgili gibi karşıladım.
Balkonda, körfezin etrafına, çok kıymetli bir kolye azamet ve ihtişamı ile kümelenmiş, pırıldayan ışık huzmeleri karşısında sevgili İzmir’i yanımdaki Romen dilberi ile mest ve hayran seyrettim. O, çok nezih ve ince ruhlu, kültürlü, cana yakın ve bir gencin bir kızda görmek istediği bütün meziyetlere sahip idi.

Ne diyeyim bilmem ki, kısacası: Seven bir genç kız kalbinin sevgi dolu vuruşlarını kalbinde hisseden, muharebelerden çıkmış bir gençtim işte.
Her hangi mücbir bir sebebin tesiri altında kalmadan, hakiki bir sevgi ile bana bağlanan hayat dolu ve bütün güzellikleri nadide bir buket halinde içten gelen yüksek bir sevgi ile sunan bir genç kızın sevgisine şüphesiz ki ondan daha yüksek bir alaka ile mukabelede bulunmak, enerji kaynağı dolu olan bir Türk Gencine yakışır hareket tarzı olurdu.
İşte ben Mariçe'ye, Samsuna kadar giden efsanevi güzelliğinin karşısında gördüğüm mukabeleden duyduğum gurur ile kalpten bağlanmıştım.
O'nunla evlenecek, Samsun'a götürecek ve mesut bir yuva kuracaktım. Kararım böyle idi.
Yirmi üç yaşında Üsteğmen olmuş ve istikbali parlak görünen bir Subay olmak hasebiyle Muvazzaf olarak Ordu'da kalabilirdim de.

Bu sıralarda gelen bir emir bu düşüncelerimi alt üst etti: "Hiç bir Türk Subayının yanında yabancı bir kız bulunmayacaktır."
Bu emirden sonra bir Arkadaşımın başına gelenleri de bahsetmeden geçemeyeceğim:
Bu arkadaş, bulunduğu mıntıkanın güzel bir Rum kızına aşık olmuş. Yüzbaşı da bu emre dayanarak kızı onun elinden almak istiyor.
Arkadaşım bana gelerek: "Eğer bu kızdan beni ayırırlarsa intihar ederim." dedi.
Bu durum bana çok tesit etti. Çünkü benim bu arkadaşım canım kadar sevdiğim, mazbut bir ahlaka sahip bir genç. Dediğini yapar mı yapar.
Dayanamayarak Yüzbaşı'ya gidiyorum:
"Yüzbaşım, bu emir her halde yanlarında gönül eğlendirmek için saklanan Rum veyahut Ermeni Kızlarını kastetmektedir.
Halbuki bu Arkadaş, bu kız ile evlenecektir. Sonra Harp ederek İzmir’e kadar gelmiş bir Subayın bir kız için intihar etmesine razı olur musunuz?"
Yüzbaşı hovardalığı ile tanınmış olmasına rağmen açık fikirli, temiz ve iyi düşünceli bir subaydı.
Sevginin derecesine göre vaziyeti ayarlamayı münasip buldu.
Bu gençler evlendiler, el an da mesut bir hayat yaşamaktadırlar.
Bana gelince, Mariçe, damarlarında, doğduğu günden beri kin ve garezin dolaşıp durduğu kirli ve melun bir kan taşıyan ne bir Rum ve ne de Türk Tabiiyetinde yabancı bir kız idi.
O, bir Romen Kızı.
Evet, kalbi intikam hırsı ile çarparken yüzünde riya ile karışık tebessümler görmeye katlanmayacağım bir Romen Kızı.
Saadet Yolculuğuna O'nunla hiç düşünmeden, çekinmeden çıkabilirim.

31 - Çukurçeşme Mıntıkasında Vazife

İki gün sonra İzmir inzibatını Sekizinci Tümenden teslim almak üzere Gazi Emir Kışlalarından hareket ettik.
Makinalı Subayı olduğum halde İzmir İnzibatı için ben de ayrılmıştım.
Çukurçeşme Karakolu isabet etti bana.
Üsteğmen de olmuştum.
Çukurçeşme Mıntıkası, şehrin giriş kısmında, aynı zamanda dağınık evlerden ve kayalıklı araziden ibaret idi. İnzibatını da henüz temin edeceğimiz bu yerlerin oldukça tehlikeli olacağı anlaşılıyordu.
Karakolda bir Takım Askerim var.
Benim için de Karakolun tam karşısında bir Türk evinin odası tahsis edilmişti.
Bu odada maalesef ancak bir gece yatmak nasip oldu. Karakolda Askerimin başında, portatif karyolamda elbiselerim ile, ayağımda çizmelerle uzanıyor, her saat dışarıda patlayan silah seslerine koşarak sükûneti bozanları yakalamaya çalışıyorduk.
Rahat bir uykuya hasret kalmıştım.
Koskoca İzmir’in İnzibatı oyuncak iş değildi. Çünkü Polis Teşkilâtı yoktu. Polis de biz, Komiser de biz, Jandarma da biz idik.
Ertesi gün iki genç geldi, ellerinde eskiden aynı Karakolda Polis olduklarını ispat eden vesikaları ve fotoğrafları vardı. Derhal Karakola kabul ettim, hizmete koydum.
İki gün sonra bir emir aldım:
Mıntıkamda bulunan Rum ve Ermenilerin İkiçeşmelik merkezine sevk edilmeleri bildiriliyordu.
Düşündüm: Bunlara, "Haydi geliniz de sizi merkeze sevk edeceğim" mi diyecektim? Kim bu sözlere tıpış tıpış gelirdi? Şehrin içerisi olsa kapılarını çalar, emri hadisesiz olarak yerine getirirdim.
Böyle berbat bir mıntıkada gürültüye gitmek de var.
Yanıma seçme askerlerden dört-beş tanesini aldım. Sessiz, sedasız kalmak üzere kayalıkların arkasına yatırdım, gideceğim evlerde bir vaka zuhur ettiği taktirde derhal yetişmelerini tembih ederek ilerledim.
Kapılardan birisini çaldım, karşıma ihtiyar bir adam çıktı:
- Ben, şuradaki Karakol Kumandanıyım. Emir aldım, mıntıkamda oturanların kayıtlarını yapacağım. Sizin oğlunuz var mı?
- Var.
- Neredeler?
- İzmir’e indi.
- Ne zaman gelecek?
- Bir kaç saate kadar gelir.
- Geldiği zaman nüfus kağıdını veyahut herhangi bir evrakını yanına alarak gelsin.
- Peki.
Diğer evlere de giderek aynı şekilde talimat verdim. Karakol'a giderek beklemeye başladım.
Hakikaten birer birer gelmeye başladılar.
Gelenleri toplayarak merkeze gönderdim.
Bu şekilde hadisesiz olarak mıntıkam da temizlenmiş oldu.
ÇukurÇeşmenin inzibatı az zamanda temin edilmişti.
Bir kaç gün sonra beni Hamidiye Karakoluna tayin ettiler.

30 - İzmir'e Giriş

Nif'ten hareket ettiğimiz zaman, hasretini yıllardan beri çekmekte bulunduğumuz mavi gözlü, lepiska saçlı IZMIR isimli sevgilinin, bizi seve seve ölüme koşturan o Akdeniz Perisinin Kahraman kurtarıcılarına, asil gözlerine, tatlı ve ılık körfez sularına katarak yolladığı hayat dolu VATAN KOKUSU burnumuzda tütüyordu.
Yürüyüş Kolu, canlı, adeta koşan adımlar ile bir an evvel İZMİR'e kavuşmak için bir su gibi akıp, gidiyor, gidiyor.
Saatler ilerledikçe sevgilinin hasreti ile her ağız "İZMİR" diye seslenirken, her göz, ilerde bir şeyler görmek için araştırıyor.
Nihayet, iki dağın yanaşarak bir kapı teşkil ettiği kısmından geçtiğimiz zaman önümüzde uçsuz, bucaksız bir ovanın derinliklerinde batıya yaklaşan güneşin sarı ışıkları ile titreyen bir tül altında mavi bir gözün bize iştiyak ile baktığını görür gibi olduk:
İZMİR, SEVGİLİ İZMİR...
Nihayet seni görmek, sana kavuşmak, bize o günlerin, o uzun harp senelerinin elemlerini, acılarını bir anda unutturdu.
Ne mutlu bize.

Hacılar ismi verilen bir yere geldik.
İzmir’e girmek için Taburumuz burada hazırlık molası verdi.
Verilen bu moladan istifade ederek yorgun hayvanlara bir az can katmak için şöyle bir sulamak istedik.
Nasıl oldu bilmiyorum, biz gelinceye kadar Tabur çoktan hareket etmiş, bize de BUCA istikametine gelmemizi bildirmişlerdi.
Hareket ettik.
Tabur'a yetişinceye kadar da akşam olmuştu.
Mademki bize bir mahal ve istikamet verilmişti, biz de bir rehber bulur, Buca'ya gitmemizi temin ederdik.
Hacılar’a mensup genç bir köylüye tesadüf ettik. Bizi Buca'ya götürmesini söylediğimiz zaman memnuniyetle kabul etti.
Fakat biz öyle bir yerde idik ki, Buca'ya gidebilmemiz için İZMİR'in kenar mahallelerinden geçmemiz icap ediyordu.
İZMiR'in kenar mahallelerine girdik.
Her taraf elektrik ışığı altında.
Aydınlığa rağmen derin sessizlik var.
Yollar bol ışıklı fakat sessiz, evler karanlık ve sessiz.
Bir müddet sonra cadde de karanlıklaştı.
Bir az evvelki aydınlık, yerini koyu karanlıklara terk etti.
Bu karanlıkta Mehmetçiklerin sigaralarının kırmızı uçları Ateş Böcekleri gibi görünüyor.
İleriye doğru tertibat aldık.
Attan da indim.
Koluma geçirdiğim dizgin ile atımla bir hizada yürüyorum.
Ayaklarıma değen yumuşak cisimlere basarak geçiyorum.
"Bu yastık ve yorganları kimler atmış?" diye düşünürken bir Mehmetçiğin yaktığı kibrit bana hakikati gösteriyor:
Süvarilerimizin hücumuna uğrayan Yunan Firarileri yollara serilivermişler.
Derhal atıma atlıyorum.
Rehber, İzmir’in daha çok derinliklerine gitmeden bizi sola saptırıyor.
Bir müddet daha yürüyoruz.
Yolumuz artık bir şehir değil, dağ yolunu andırıyor.
Rehber bize yaklaşarak:
"Buca'ya giden yol işte burasıdır. Buca'ya yaklaşıyorsunuz. Artık bana müsaade ediniz de gideyim." dedi.
"Gideyim" derken sesindeki titreyişin bir korku ifadesi olduğunu anlıyorum.
Yavaşça ilave ediyor:
"Yolunuz açık olsun."
Bölük duruyor ve toplu bir hal alıyoruz.
"Yüzbaşım," diyorum: "Bana bir kaç silahlı veriniz ve siz de bizim ile irtibat temin etmek suretiyle bizi uzaktan takip ediniz."
Buca'ya doğru da sessiz adımlarla ilerliyoruz.
Şehre yaklaştık.
Karanlıktan tekrar kurtulmuş, yine elektrikli yollara kavuşmuştuk.
Yolun sağ ve soluna Erlerimi muntazam mesafelerle taksim ederek Buca'ya giriyoruz.
Silahlar ateşe her an hazır.
Sağdakilerin gözleri soldaki, soldakilerin de sağdaki binaların pencerelerinde.
Perdeler nihayete kadar indirilmiş.
Bazı evlerin kapılarında İngiliz, Fransız, İtalyan vesaire bayrakları sallanıyor.
Fakat hayret, tek bir çıt bile yok.
Büyükler ne ise amma, bir çocuk sesi bile mi duyulmaz?
İnmiş perdeleri merak saikası ile aralayıp bakacak kadar bir hareket dahi görülmüyor.
Bizim geçtiğimizi bildiklerini biliyoruz.
Görüyorlar bizi.
Fakat varlıklarını tamamıyla gizleyecek kadar korku bu insanları neden kaplamış?
Yaptıklarından mı korkuyorlar acaba?
Buca’nın merkezine doğru giriyoruz.
Önü bahçeli bir bina çıktı karşımıza.
Dışarısında ve içerisinde bizim Süvariler dolaşıyor. Binanın solunda da bir kaç yaralı süvarinin yaraları sarılmakta.
Taburumuzu bulmak için ilerliyoruz.
Buca'yı geçtik.
Boş bir arazideyiz yine.
Yüzbaşımla görüşüyoruz:
"Safa, daha ileriye nereye gideceğiz? Bir az soldan yürüyerek geriye dönelim, belki o zaman taburu buluruz." diyor.
Dediği gibi de yapıyoruz.
O kadar karanlık bir gece ki, bir kaç metre ilerisi görünmüyor.
Yürüyoruz. Ayak seslerimiz ve hayvanların yürümesinden hasıl olan cephane sandıklarının sesleri gecenin sessizliği içerisinde akisler yapmakta.
Bir müddet daha yürüdükten sonra birdenbire bir ses yükseldi:
Kimdir o, PAROLA?
Olduğumuz yerde durduk.
Ses aynı emri tekrar ederken madeni şakırtılar çoğalıyor.
Paroladan haberimiz yoktu ki.
Bunlar bizim Askerler amma, bakalım derdimizi anlatabilecek miyiz?
Sesleniyorum:
"Sekizinci Bölüğüz biz. Ben, Teğmen Safa. Subayına söyle de gelsin."
Konuşmam üzerine arkadaşların hayretle karışık sevinç sesleri bize doğru yaklaşıyor:
"Sizler nereden geliyorsunuz böyle? İlerde düşman var diye tertibat almıştık. Halbuki siz de düşman tarafından geliyorsunuz."
"Süvarilerimiz ile görüştük, her taraf temizlenmiş. Düşman diye bir şey kalmamıştır." deyince:
"Hay Allah sizlerden razı olsun. Desenize nihayet rahat bir uyku uyuyabileceğiz." diyerek sevinç ve neşe ile uzaklaştılar.

Geceyi Buca'nın kuzey sırtlarında geçirdik.
Ertesi günü de Seydiköy ve Gaziemir Kışlalarına geldik.
Gençlik bu ya, ferman dinletmenin imkanı var mıdır:
İZMİR’i yakından gündüz gözü ile görebilmek sevdasına tutuluverdik.
Samsunlu Teğmen Naci Bey ile gizlice görüştük ve sözleştik.
Tabur İmamı (Bilahare Alay Müftüsü oldu) Necib Bey işin farkına varmış, bize iltihak etmek istedi.
Necib Bey, senelerden beri Tabur imamlığı yapmış; Rumelili, top sakallı, insana emniyet ve huzur telkin eden, dudaklarından tebessümü eksilmeyen, masum ve saf bakışlı, asil bir çehreye sahip, bizden de oldukça yaşlı bulunmasına rağmen bizlerle şakalaşan, çocuk tabiatlı, cephede ateş altında benim ile yan yana bulunmuş, mert ve cesur bir insan idi. Bir kardeş gibi idik O'nunla.
"Ne yapalım, sen de gel." dedik.
Ayrıca üç tane de silahlı atlı Asker aldık.
Böylece altı Süvari olmuştuk. O zamanlar elbiseler haki, sarıklar haki idi. Onun için nazarı dikkati o kadar celp etmiyordu.
Kimseye görünmeden Kışla'dan İZMİR yolunu tuttuk.
Çukur Çeşme'den İZMİR'e giriyoruz.
İZMİR'e ilk girişimiz olmakla beraber merkezi hedef ittihaz ederek lalettayin ilerlemekteyiz.
Dik bir yokuştan aşağıya inen bir yolun başında ve sol tarafta bir Gazino'nun önüne geldik.
Kılık kıyafetimiz yerinde:
Başımızda siyah kıvırcık, sırmasız ve sol kaş üzerine bir az meyilli oturtulmuş bir kalpak, haki elbiseler, çizmeler, sağda bel kayışının önünden tokaya dört parmak mesafede Parabellum Tabanca, solda da küçük, fakat şık bir kasatura.
Atların üzerinde çakı gibi, dimdik duran ve etrafa yıldırımlar saçan ateşli gözler.
Bunlar Biz'dik.
O günün galip Türk Ordusu'na mensup, İzmir’e girmek şeref ve bahtiyarlığına nail olmuş genç Subayları.
Birdenbire gazinonun kapısından üzerimize sevinç gözyaşları dökerek koşuşan halk ile sarılıverdik.
Bizleri atlarımızdan aşağıya alarak kucakladıkları gibi Gazinoya soktular:
“Bir bardak çayımızı içmeden sizleri bir yere bırakmayız. Sizleri yıllarca bekledik. Sizlere kavuşmaktan duyduğumuz bu sevinç dakikalarını bizlerden esirgemeyin.” diyorlardı.
Nemli gözler ile sarıldık, öpüştük.
Çayımızı içtik.
Etrafımızı saran temiz giyinmiş Gençlerimizin bize öyle bir bakışları vardı ki, bu günleri gösterdiği için Cenabı Hakka içimizden teşekkür ediyor ve böyle bir sahneye şahit olmakla iftihar duyuyorduk.
Bu bakışlar öyle bakışlardı ki; mümkün olsa bizleri göz yaşları ile eritip kalplerine sokmak için candan, içten gelen sevinç ve Şükran taşıyan arzularla dolu.
"Bize bir az müsaade ediniz, İzmir’e girelim, tekrar geliriz." diyerek ve istemeyerek ayrıldık.
Altı Atlı İzmir’e iniyoruz.
Caddede sağlı sollu halk bizi gönülden selamlıyor.
Nal sesleri caddeyi sert akislerle dolduruyor.
Rast gele giriyoruz.
Merkeze yaklaştıkça sessizlik artıyor.
Karşımıza ani olarak bir Süvari çıktı:
"Y A S A K ."
Eyvahlar olsun.
Buraya kadar gelmiş iken daha ilerileri, İzmir Denizini göremeden geri dönmek için bu sert ihtar kafi gelecekti.
Bu gibi anlarda beni emelime ulaştıran ani kararlarımdan birisi daha bir şimşek gibi beynimde çaktı:
"Süvari Devriyesiyiz biz." dedim ve atımı sürdüm.
Arkadaşlarım da beni takip ettiler.
Kurtulmuştuk.
Hükûmet Konağına doğru yaklaşıyoruz.
Yunan ölüleri ile dolu her taraf.
Rıhtıma çok az yaklaşmıştık ki, arka tarafımızda bir bomba infilak etti.
O tarafa doğru koşuşmalar oldu.
Bize bir ihtardı bu.
Naci bana yavaş bir ses ile:
"Safa, buraya kadar geldik, yıllarca çarpıştık ölmedik. Şurada boş yere bir RUM veya Ermeninin kahpece taarruzuna uğramayalım, gel dönelim." dedi.
Rıhtım ve denizi görmek için Kıtamızdan izinsiz İzmir’e girdikten sonra müessif bir hadise ile karşılaşırsak hakkımızda iyi olmaz düşüncesi ile dönmeyi uygun bulduk.
Bir az evvelki Gazinoya gelerek balkona çıkıp bütün İzmir’i doya doya seyretmek istedik.
O esnada İzmir’in derinliklerinde bir kaç koldan yangın alâmetleri baş gösterdi. İZMİR’in bu Yangın başlangıcını balkondan büyük bir teessür içerisinde acı acı seyrettik.