Uzun bir gecede bir çok fasılalarla geçen belki bir iki saatlik uyku vücudumda bir duş tesiri yapmakla beraber bana, gençliğin tabiata velev bir gece için bile olsa galebesini göstermişti.
Sabahı bir hasta gibi değil, dinç ve çevik karşıladım, İstanbul'da bulunan bir akrabama yazdığım mektupta battaniye vb.nin bu gün mutlaka gönderilmesini bildirdim.
Akşama kadar, mümkün mertebe koruyacak ve nakli kolay bir yatakla battaniye geldi.
Çok sevinmiştim. Bu geceyi, tatlı bir uyku ile hiç uyanmadan geçireceğimi düşünüyor, dün geceki duyduğum hüzün ve garipliği unutmaya çalışıyordum.
Bizi bir Koğuş'a aldılar.
Seksen santim kadar genişlikte bir yer gösterdiler. Yatağımı oraya serdikten sonra etrafıma şöyle bir göz gezdirdim: Büyük bir salondan ibaret bulunan bu odanın dört duvarının kaideleri yan yana dizilmiş ve ayak uçları odanın merkezine gelmek suretiyle serilmiş yataklar üzerinde bağdaş kurmuş sivil kıyafette insanlarla dolmuştu.
Giyiniş, konuşuş ve hareket tarzlarından muhtelif derecelerde bulunan bu koğuş halkına ben de karıştım.
Onlar gibi bağdaş kurarak oturdum.
Her kes birbirini anlamaya çalışıyordu.
İçlerinden Kaymakam, Müddei Umumi, Avukat ve hatta Mühendis talebelerinden tutun da, Medreseden yetişmiş kimselerin bulunduğunu öğrendim.
Hiç unutmam:
Sevimli bir yüzün çerçevelediği siyah top sakallı, zarif yapılı bir zat ile kendi aramda yaptığım yaş ve mevkice mukayeseden duyduğum ızdırabı saklayamayarak yanımdaki arkadaşa sormak mecburiyetinde kalmıştım 'Bu zatın galiba aramızda kendisinden ayrılamayacak derecede üzerine düşmüş olduğu bir oğlu bulunacak ki, burada kalıyor?" dedim.
Gülerek verdiği cevap, bana, sorulan sualden daha da acı gelmişti:
"Hayır. Bu bir Kaymakamdır. Bizim gibi kısa hizmete tabi tutularak buraya gönderilmiş."
Ne de güzel ve tatlı bir şivesi vardı.
Etrafında bulunanlara:
"Sizlerle şuradaki tanışmamız ve tatlı sohbetlerimiz her halde uzun sürmeyecek. Zira muayene neticesinde bendeki hastalık tahakkuk edecek ve beni sizlerden ayıracaklardır. Geçirilen bu günler hayatımda benim de bir kaç günlük Askerliğimin hatırası olarak kalacaktır.”
Bu zavallı Kaymakam Şerifi hakikaten bir daha aramızda göremedik.
Müddei Umumi'ye gelince:
Siyah bıyıklı, siyah kaşlı ve kısa boylu bir zat.
Bununla beraber Kaymakam gibi değil. Genç ve dinç. Aynı zamanda her şeye mütehammil bir hayat adamı.
Akşam, Karavana'ya dahil olduk.
Bir tabağım ve bir de kaşığım vardı.
Benden evvel gelen arkadaşlar yemeklere alışmışlar, ellerindeki tabaklara öyle bir kaşık atıyorlardı ki, imrendim bayağı.
Tabağı olmayanlar da Karavananın etrafına toplanmışlar, yarış yapar gibi atıştırıyorlardı.
Bir tabak yemek de bana verdiler.
Bahçenin tenha bir köşesine çekildim.
Bahçe iki kısımdan ibaretti:
Bir kısmı taş merdivenle çıkılan ve denize uzanan çamlı bir burun, diğer kısmı kumlu bir sahil.
Vapur güvertesini andıran bu burunun ucundaki güzel bir çamın altına oturdum.
Marmara'nın nihayetinde gruba yaklaşan güneşin Adalar üzerinde yarattığı mor menekşe renkli tablodan bana kadar titreyerek, kaynaşarak uzanan renkli ve mini mini dalgalara bakarak yediğim bu ilk Karavananın ilk yemeği bilmem ki ne idi?
Lezzetini hiç bir zaman unutamam. Buğday yarmasından yapılmış bol sulu bir şeydi galiba.
Bu geceden sonra bir tembel için hoşa gidecek, çalışkan bir adam için azapla geçecek günler ve geceler başladı.
O ilk yemekten sonra yemeklere alışmanın imkanı olmadığını görüyordum. Hele Alman Çorbası denilen, sel gelmiş bir ırmağın bulanık sarı suyundan farkı olmayan ve yüzüne baktıkça insanı yemeden doyuran bu namlı çorbayı ben de tattım.
Onun, el an dili buruşturan, boğazı acı biber gibi yakan tadı dimağımdan, o sarı suyun içinde dolaşan mahiyeti meçhul mini mini kırıntılar da gözlerimin önünden gitmez.
Yenilen yemeğin kap ve kaşığını yıkamak, onları temiz bulundurmak mecburiyetinde idik.
Mecburiyet diyorum, zira bu kelimenin buradaki manası başkaları tarafından icbar edilmek değildir.
Bizim nasıl ve ne suretle yemek yediğimizle alakadar olan bir kimseyi göremedim. Bunun için, her kes yediği yemeğin tabak ve kaşığını tatlı su un azlığından deniz suyu ile yıkıyordu. Kabın kumla ovulması da sabun vazifesi görüyordu.
İlk zamanlar bana pek soğuk gelen bu Tecrithane hayatına her şeye rağmen alıştım ve hatta sevdim bile.
Türkiye'nin her tarafından gelen arkadaşlarla tanışmak, Anadolu'nun muhtelif yerlerini görmeden tanımak, bana acılıklar arasında tatlı bir zaman yaşatıyordu.
Bir gün bizi Kayıt ve Kabul Bölüğü'ne verdiler.
Burada çok kalmadık. Bölüklere ayrıldık.
Bu Bölükler,o mıntıkada birbirlerinden uzak köşelerde bulunuyor, Birinci Tabur'u teşkil ediyorlardı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder