Bostancı'da bulunan Altıncı Bölüğe düşmüştüm.
Bölük Komutanı, Zeki isminde genç bir Teğmen idi.
Yerli mamulatı elbise, kundura, silâh ve teçhizat verdiler.
Silahlarımızın numarasını öğrendikten sonra Silahhanedeki yerlerine koyduk.
Köşkün bir odası Bölük Komutanına tahsis edilmişti.
Günün her saatinde Komutan'la ansızın karşılaşabileceğini bilen her arkadaş, kendisinde her hususta tedbirli
hareket etmek mecburiyetini görüyordu. Bununla beraber Komutan günün büyük bir kısmını dışarda geçiriyordu.
Bizi Mangalara da ayırdılar.
Talimgah'ı ikmal edip henüz subay olmamış namzet öğretmenler vardı. Bunların emrine verildik.
Bir, iki Mangayı bir Öğretmen idare ediyordu.
Bir kaç gün sonra talime alışmış, silaha hakim olmaya başlamıştık. Öğretmenler de kendi emirleri altındaki Namzetlerin derecelerini not ediyor ve bir tecrübe devresi geçiriyorlardı.
Nöbetler de tanzim edilmeye başlandı.
Bir Bölüğün; Onbaşı koğuşta, diğerleri kapıda, silahhanede ve hariçte olmak üzere üç, dört nöbetçisi vardı.
Akşam Karavanasından evvel Nöbetçi öğretmen tarafından Nöbetler birinci mangadan başlayarak, saatleri, mahalleri ve isimleri ile tanzim edilir ve Bölük Komutanı tarafından da tasdik edildikten sonra koğuşta yüksek sesle okunur ve herkes nöbet saatlerini ezberlerdi.
İlk Nöbetim gece saat ikiden üçe kadar Bölük kapısında uykunun en tatlı zamanına tesadüf etmişti.
Gece saat dokuza kadar oturduktan sonra uyudum. Gündüz epeyce yorulmuştum. Bu yorgunluk derin ve tatlı bir uyku ile karşılanmış, nöbet vakti bir hamlede gelivermişti.
Bir elin şiddetli dürtüşleri ile yerimden fırladım. Bu nezaketsiz arkadaşa çatmam hakkımdı.
Fakat, karşımda öyle nazik bir lisan ile özür dileyişi vardı ki, söylemek istediğim sözler boğazımda düğümlenip kaldı. Elindeki saati göstererek: 'Kardeşim,“ diyordu, "o kadir derin uykuda idiniz ki, tam beş dakikadır çağırıyorum. Hafif temaslarım tesir etmeyince şiddetle sarsmak mecburiyetinde kaldım. Af dilerim."
Kapıya gittim.
Nöbetçi arkadaş elindeki silahı ve belindeki palaskayı bana teslim ederek gitti.
Bir saatin ne demek olduğunu insan nöbette anlıyor.
Karanlığa alışan gözlerim, uzaklara kadar oldukça seçebiliyorlar.
Her tarafta derin bir sükut var.
Yaşayan tek varlık gibiyim sanki.
Bu sessizlik bana korkunç geliyor.
Rüzgarın dallarda çıkardığı hışırtılar da olmasa ...
Kendi ayağımın sesi ile bu ölü sükutunu bozmak için sert adımlarla yürüyorum: TAK TAK TAK.
Bu tak tak'lardan bir az ilerideki ağaçta saklanan bir gece kuşu büyük bir gürültü ile kaçışıyor.
İçeriye kulak veriyorum; Arkadaşların kuvvetli solumaları ve horultuları geliyor.
Saat bir türlü ilerleyemiyor.
Onbaşı uyudu mu acaba?
Eğer böyle bir şey olursa bir az sonra nöbetleri gelecek olan bir iki arkadaşın nöbetini de beklemiş olacağım.
Ben bu düşüncede iken Onbaşı, yanında nöbetçi ile göründü. Üzerimdeki ağırlığı devir, yani aktarma yapıyorum ve sonra vazifesini gören bir insan hafifliği ile beni bekleyen yatağıma koşuyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder