1333 (1917) senesinin Nisan ayının 17 nci günü.
Tatlı, uyuşturucu bir nefes gibi soluyan rüzgar var.
Güneş, bulutsuz göğün maviliklerinden İstanbul'un, bu şiir ve güzellik diyarının üzerine kucak kucak neşe ve hayat saçıyordu.
Tabiat gülüyordu.
Bu öyle bir gülüştü ki, maddi ve manevi ızdıraplarla burkulan kalplere sanki birer ok gibi saplanıyordu.
Tabiatın bu neşesine karşılık yüzlerde neden bir lakaydi ve soğukluk var?
Ezelden beri kaynaşan bu karşılıklı sevgilere, insanların omuz silken müstağni mukabelesi neden?
Biri gülerken diğeri neden ağlıyor?
Bu gülmeyen ve gülmek istemeyen yüzlerde dalgalanan gölgeli düşünceler; baba, kardeş, dayı, amca, nişanlı ve koca hayalleri ile dolu.
Harp bütün şiddeti ile her tarafı kavuruyor.
Aylık, sefalet ve ölüm bu zavallı beşerin sırtına çullanmış kemiriyor, kemiriyor.
sokaklarda hep boz ve haki elbiseler.
Sanki ovalar, kırlar daralmış daralmış da şu dar caddelere sığmaya çalışıyor.
Akan bu insan kalabalığına ben de karışıyorum.
Üzerimde benim de onlar gibi elbisem var.
Yoldan gelmiş, Anadolu'nun bir köşesinden kendi ayağı ile ölmek ve öldürmeye hazırlanmak, öğrenmek ve öğretmek için gidiyorum.
Bilmediğim, yalnız ismini işittiğim bir yere gidiyoruz YEDEK SUBAY NAMZETLERİ TALİMGAHIna.
Düşünüyorum: Subay çıkaran bir mektep şüphesiz, Leyli bir mektep hayatı.
Sultani gibi değilse de her halde Askerî Disiplin altında muntazam bir talebe hayatı olacak.
Karyola, yatak vb. götürmüyorum.
“Ne lüzumu var? Memleketin yüksek ve münevver gençliğini bir araya toplayan bir mektebe gidilirken bu gibi şeyleri düşünmek doğru mu ya?" diyorum kendi kendime.
Bu düşüncelerle Köprü'ye geliyorum.
Haydarpaşa'ya geçecek vapur hazır.
Biletimi aldım.
Polis düdüğü gibi bir ses ve onu takip eden kesik bir vapur düdüğü sesi.
İskele çekiliyor.
Çevik bir hareket ile atlıyorum. Vapur da açılıyor.
Bir az sonra Haydarpaşada'yız.
Göztepe'ye bir bilet alıyorum. Talimgahın orada olduğunu söylemişlerdi.
Bu taraflara de ilk defa gitmekteyim. Yer gösteren birisi bulunurdu elbette.
Tren ilk istasyonda duruyor. Dışarıdan bir ses telaşa lüzum olmadığını bana sanki ikaz ediyor: KIZILTOPRAAAK...
Tren, her iki tarafı şık, sevimli, yüze gülen köşklerle mükemmel bahçeler ve her an trenin pencerelerine kadar uzanan dalları ile bir sıra yeşil ağaçlar, çamlar ve çiçeklerle dolu bir caddeden geçer gibi.
Ne kadar de güzel yerler.
Her parçası, kıymetli birer tablo gibi daima değişen bu cennet yerlerde SUBAY yetiştiren bir mektepte okumak, ömrün en tatlı günlerini doya doya yaşamaktır.
İçimde bir sevinç ve ferahlık duyuyorum bu yüzden.
"GÖZTEPEEE .... "
Trenden atlıyorum.
Yolcuları takip ederek bir merdivenden çıkıyorum.
Bir köprü üzerinden geçiyoruz.
Köprünün yanı başında içerisi Asker dolu bir Kahve var
Bunlardan, Talimgahın nerede olduğunu öğrenirim diyerek içeri giriyorum.
Yeni denilemeyecek elbiseler içerisinde elmacık kemikleri çıkık, tunç rengi yüzlerde birer kıvılcım gibi parıldayan bakışlarından, çevik ve faal hareketlerinden, bir cıva gibi atılgan ve şakrak seslerinden anlıyorum ki, bunlar, olsa olsa Mehmetçiklerin Öğretmenleri olabilirlerdi. Omuzlarında, ortaları açık, uzun bir U şeklinde apoletleri var.
Acaba bunlar Onbaşı mıdırlar?
Etrafımı sardılar.
Arı kovanına giren bir yabancı arı gibi bakınıyorum.
İçlerinden birisi:
"Siz de mi bize arkadaş olmaya geldiniz? Talimgaha mı gireceksiniz?” diyor. "Evet." diye cevap veriyorum.
Ne şekilde kaydedileceğimi ve nereye müracaat edeceğimi lütfen söyler misiniz?"
Tarif ediyorlar.
Sahile yakın bir Köşk, Yedek Subay Talimgahı Alay Kumandanlık Karargah'ı imiş.
Gösterilen yol üzerinden sahile amuden iniyorum.
Köşk'ü gösteriyorlar.
İçeriye serbestçe giriyorum.
Karşımda, kimsenin bulunmadığı sade döşeli bir salon.
Sandalyelerden birisine oturuyorum.
Şu kimsesiz salonda Askerlikle sivillik arasında açıkta kalmış el ile tutulan, göz ile görülebilen bir zaman
parçasının geçişini seyrediyor gibiyim.
Bir az sonra karşıki odalardan çıkan bir Subay bana doğru geliyor. Ne istediğimi sert bir sesle soruyor. Evvelce
hazırladığım evrakı veriyorum. Bir göz gezdiriyor ve "Bir az bekle." diyerek odaya giriyor.
Bekleyişim uzun sürmüyor.
Döndüğü zaman, elime bir zarf uzatarak üzerindeki adrese götürmekliğimi söylüyor.
Dışarı çıktığımda zarf'a bakıyorum: "TECRİTHANE KUMANDANLIĞINA" yazılı.
Kendi ayağımla gidip kendimi tecrit edeceğim!
Kumandanlığın, her hangi bir ferde bu derecedeki itimadına doğrusu hayret ediyorum.
Bununla beraber, "Hayret edecek ne var sanki?" diye de düşünüyorum. Onlar da bilmiyorlar mı ki, Anadolu'dan kendi ayağı ile gelen bir adamdan başka itimada şayan kim olabilir?
Tecrithane.
Bilmem hangi Paşanın Köşk'ü.
Namzetlerden bir Nöbetçi var kapısında.
Nöbetçinin dudaklarında beliren ince bir tebessümle gözlerimin içerisine bakan bu gözlerde sezdiğim acı manalar ümitlerimi kırar gibi oldu.
Bir lahza duraklıyorum.
İçeriden üzerime dikilen yüzlerce gözlerin çekici bakışları elimde olmayarak beni sürüklüyor. Benim olmayan adımlarla gayri ihtiyarı yürüyorum.
O sırada, parmaklıklı merdivenlerle çıkılan binanın merdivenlerinden inen kısa boylu, ince yapılı bir Mülazım
ile (Teğmen) karşılaşıyorum.
Başı omuzları üzerinde sağa sola kendiliğinden sallanan sinirli bir Subay.
Tecrithane Kumandanı imiş.
Elimden zarf'ı alıyor.
İnce ve sert bir sesle, kayıt için Kalem'e gitmekliğimi bildiriyor.
Artık kaydedildim.
Böylelikle akşam da oldu.
Ne yatacak bir yer gösteren var, ne de hal hatır soran.
Vaziyeti derhal kavrıyorum.
Aç kalmamak için kapıdaki helvacı'ya koşuyorum.
Ekmekle bir az helvayı kağıda sardırarak yanımda alıkoyuyorum.
O gün, benim gibi gelen iki arkadaş da aynı durumdalar. Kırılan hayallerinin boş çerçevelerinden hakikati bütün çıplaklığı ile seyrediyorlar.
Bize, geniş ve camlarının bir kısmı olmayan salon gösterdiler.
Kırık pencerelerden MARMARA görünüyor.
İki Beylik (Battaniye) bulduk.
Pek yakın bir istikbalin 18-19 yaşındaki genç bir Subayı yersiz; yurtsuz, cami avlusunda titreyerek kıvrılmış
bir sefil gibi Nisanın üşütücü gecesinde kırık camlı pencerenin dibine uzanmış, sabahı nasıl yapacağını düşüne düşüne uyumaya çalışıyor.
İşte, Askerliğimin ilk gecesi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder