26 Nisan 2011 Salı

9- Şiddetli Talimler – Şedit Hareketler. İlk Muvaffakıyetim ve Mükafatlandırılması

Talimlerdeki teferruattan bahsetmek sahifelerle yazı yazmayı icap ettireceğinden bu talimlerden bende silinemeyecek hatıralar bırakan bazı kısımlarını da yazmadan geçemeyeceğim.
Sabahları, "Bülbüller öter, neş'e ile yürüyelim arkadaşlar." diye bülbüllere, doğan güneşe, bu güzelim dağ ve denizlere hitap ederek sert adımlarla yürüyen bölükler bir az sonra kendilerini şehir haricinde düz arazide bulurlardı.
Bu Bölükte en ziyade ehemmiyet verilen şey "SİLAH OMUZA" dır.
Öyle bir “Silah Omuza" ki, cidden takdir edilmeye muhtaç.
“Silah Omuza" komutası verildiği zaman sağ eldeki silah bir yıldırım hızı ile yerden kalkar, göğüs hizasında sol ele verilir verilmez boş kalan el bu sür'at neticesi henüz kavisini kaybetmeyen kayışa "ŞIHRAK" diye bir ses çıkarmak suretiyle vurup kayışı tutar, göğüs ilerisinde pek az bir bekleyişten sonra sol elin alttan itişi ile sağ omuz üzerinden ve yüksekten kayış omuza, tüfek de arkaya asılmış ve sol el yerine gelmiş bulunur.
"RAHAT DUR"
Bu komut da aynı çevik ve güzel hareketlerle yapılır.
Öyle bir sür'at, intizam ve tempo tahtında olacak ki, diğer arkadaşlarla beraber yapıldığı zaman intizam ve birliği muhafaza etsin.
Bunun için de saatlerce, günlerce bu "Silah Omuza" ve 'Rahat Dur" komutunu her kes yalnız başına yapar yapar yapar.
Nihayet Öğretmen Mangasının öğrendiğine kanaat getirdikten sonra birlikte yapılmaya başlanır.
Rüzgarın tesirinden veyahut kayışın aksi bir hareketinden kayışı tutamayarak intizamı bozan bir arkadaş olursa tekmil manga kabahatli görülerek dört bir tarafa koşturulur, terletilir, yordurulurdu.
Günler geçtikçe talimlere Bölük Komutanı da müdahale etmeye başladı. Böylelikle artık, "Bölükçe Hareketler" başlamıştır.
Tekmil Bölüğün "silah omuza"sı ve "Rahat Dur" u bir kişi tarafından yapılıyormuş gibi bütün eller, kollar bir makina intizamı ile aynı zamanda harekete geçecek ve bu gösteriş hareketi, nazarları okşayan dalgalar, birden çizilen ve kaybolan hatlar şeklinde ikmal edilecektir.
Bir kaç yüz kişinin her "Silah Omuza"yı ve "Rahat Dur"u bir ses ve bir hareketle becerebilmesini talih eseri olarak kabul etmek icap eder. Bunun için o bölük neler çekmez neler?
Her yanlış hareket umuma teşmil edilerek tekmil bölük tahkir ve tecziye edilirdi.
Daha sonra saffı harp nizamında bölükçe çarklar yaptırılır.
Bu çark'lar müteharrik bir tahta perde gibi aynı hizada ve bir merkez etrafında dönecektir. Bölüğün merkezinin dışarı çıkmaması veya içeri giderek bir yay şekli almaması için yine günlerce çalışmaya ihtiyaç vardır.
Hiç unutmam: Bir gün ne gibi bir hareket yanlışlığı yapılmışsa hatırlamıyorum, bütün bölüğe Zeki Bey öyle bir
ceza verdi ki, o saati hatırladıkça yaşıyormuş gibi titrerim.
Talimhane meydanında tek bir ağaç vardı.
Bölük, manga kolunda ve silahlar omuzda olduğu halde bu ağacın etrafında "Marş marş” la dönmeye başladı. Öğle zamanının yakıcı güneşi altında bilmem ne kadar zaman bu ağacın etrafında döndük döndük.
Bölük birer birer dökülmeye başladı.
Zeki Beyin bu döküntülere yaptığı muamele insanlık haricinde olduğundan bu hale maruz kalmamak için dişlerimi sıkarak sebat ediyorum.
Ne kadar döndük bilmiyorum. Nihayet durdurulduk.
Bitkin ve üzgün bir halde Bölüğe geldik.
Bostancının bir Köprüsü vardır, yer altından geçer.
Bu köprünün altı betondur. Yürürken aksi seda yapar.
Öğretmenler günde bir kaç def'a bizi oradan geçirerek "DİZÇÖK" kumandası vererek çıkan sesten zevk duyarlardı.
Dalgın bulunup da diz çökmekte geç kalan olursa geri dönülür, 'Bir' ses meydana getirene kadar köprünün altında köstebekler gibi uğraştırılırdık.
Her şeye rağmen Komutan'ın iyi hareketleri de eksik değildi. Teşvik maksadı ile bir gün dedi ki;
"Yalnız başına, noksansız ve hatasız olarak bütün harekatı kim yaparsa ona, İstanbul'a Çarşamba gününden izin vereceğim. Yapacağım diye çıkıp da yapmayana da izinsizlik cezası vereceğim."
' O zamanlar ben Onbaşı olmuştum. Bir Manga Namzeti idare ediyordum.
Bu yaman teklife nasıl cesaret ettiysem, bir ok gibi silahımla derhal fırladım.
Benimle birlikte (Emniyet Müdürlüğü yapmıştır.) Sultani arkadaşım Vakfıkebirli Ziya da çıktı.
Harekete bir makine intizamı ile başladım.
Öyle bir hareket ki, Bölük Komutanının hata yakalamaya çalışan dikkatli bakışları karşısında muvaffakıyetle neticelendi. 'Bravo" demekten başka da çare bulamadı.
Arkadaşlarımın alkışları arasında imtihanı kazanmış ve izni hakketmiştim. Benim gibi Ziya da kazandı.
Çarşamba günü, herkesin kıskanç bakışları önünden geçerek istasyon'a yollandık.
Bizim, bin heyecan ile muvaffak olduğumuz bu imtihandan kazandığımız mezuniyet şundan ibaretti: Komutan çarşamba gününden izin kağıdı veremiyor ve diyor ki: "Ben size tarafımdan izin veriyorum. Eğer POSTA edilecek olursanız mes'uliyeti size aittir."
İşte, Lügat'a bir kelime daha kazandıran bir İZİN.
Bir gün evvel gitmenin hatırı için İstanbul'da Posta edilmek tehlikesi altındayız.
Her şeye rağmen İstanbul'a gidiyoruz da.
Her zaman korku ve tetik üzerinde bulunmak, uzaktan ENVERİYELİ (O zaman Enver Paşanın icat ettiği bir serpuş) bir Subay göründüğü zaman bir yere savuşabilmek için hazırlıklı bulunmamız lazım.
Devriye'ye tesadüf etmeden İstanbul'da gezmenin imkânı var mıdır hiç?
Köprünün altında ve Haliç İskelesi tarafında Vapur bekliyoruz. Uzaktan vapur göründü. İskeleye yanaşıp yolcusunu çıkarttıktan sonra yolcu alacak. Tel kafes kapının önündeyim. Başımı çevirir çevirmez arkamda bir Subay Postası ile burun buruna geliverdim. Vesikamı da derhal sordu.
Vesika ne gezer bende. Şaşırdım kaldım.
Ceketimin düğmelerini çözerek elimi iç cebime sokup bir şeyler aranır gibi yapıyordum ki, Trabzonlu Hurrem Bey imdadıma yetişti:
"O... Safa ne haber?" diye elime sarılırken yanımdaki Subaya da bakarak: "Vay (....) Bey, nasılsın kardeşim, görüştüğümüze şükürler olsun. Arkadaşım ve Hemşehrim Safa'yı tanıyor musunuz? Taktim ederim." demez mi.
İçimden: "Hay Allah razı olsun Hurrem." dedim.
Bizim el boş olarak ceketin cebinden yavaşça sıyrılmış, vesika yerine Subay'la tokalaşmıştı.
Devriye, vesikamın olduğuna kanaat getirmiş olacak ki, sormaya lüzum görmeden uzaklaştı.
Hurrem'e meseleyi anlattığım zaman gülmekten katılıyordu.
İşte, izinli olarak İstanbul'a gidip, resmen izinsiz olduğumdan dolayı düşeceğim kapandan kurtulduğum gün de böylece geçti.

8- Yanaşık Nizam Talimleri

Haziran ayındayız.
Talimler şiddetleniyor.
Boğucu sıcakların başlaması ile güneşin altında kavruluyoruz. Renklerimiz tunçlaştı. Elmacık kemiklerimiz görünüyor.
Zayıflıyoruz.
Fakat bacaklarımızda kuvvet ve tahammül kudretimiz o nispette artıyor.
Tabiata mukavemet, nefse hakimiyet fırınında pişirilmek için hamur yapılmaktayız.
Bununla beraber, insan kuvvetinin üstünde ani bir değişme yapılıyor ki, bu hareketin bir cihetten genç bünyeler üzerinde iyi bir tesir yaptığını kabul edersek, diğer cihetten yani, idare ve inzibat tarzının fena tatbikinden bazı gençlerde karakterlerinin kabul etmeyeceği bir şekil alması pek muhtemel.
Bu acemi ikmal Taburunun Altıncı Bölüğünde gördüğüm talimler o kadar şiddetliydi ki, talimde iken teessürümden ağlamak derecesine gelirdim.
Eğer bu hal Talimgah'ı ikmal edinceye kadar aynı şekilde devam edecekse bir an evvel Cephe'ye gitmeyi can-ı gönülden arzu ederdim.
Sabah olurken sıra takip etmek suretiyle her gün bir kaç Namzet, Bölüğün Karavanasını getirmek için uzunca bir bidon şeklinde çinkodan veya bakırdan bir kabın ortasındaki halkaya bir odun geçirip karşılıklı tutarak bir kaç yüz metre uzaklıktaki bir köşkte bulunan mutbah'a gider, arkadaşlarımızın yemeklerini vaktinden evvel yetiştirmek için bu mesafeyi seri adımlarla geçerdik. Karavanalar gelirken Bölük de teçhizat muayenesine çıkmış bulunurdu.
Bir manga bir Subay Vekili veya bir öğretmen Namzedinin emrinde bulunduğu için her Namzedin noksansız olarak talime çıkmasından tabii bir şey olamazdı.
Ufak bir dikkatsizlik şiddetle karşılanırdı.
Her nasılsa gözden kaçmış bir noksanlık Komutan tarafından gösterilecek olursa vay geldi o Namzedin başına: Ağır sözler söylenir, dürtülür, kakılırdı.
Karavana, bazen talim vaktinden bir iki dakika evvel gelmiş bulunursa açlığa faydası olur diye ayakta atıştırılırdı. Tekrar tekrar bağırmalarla ve ihtarlarla yarıda bırakılarak saf nizamına geçilirdi.
Güneş, ruhu okşayan tatlı açık sarı bir renkle hayata küskün gibi duran gözlerden birer süzgeç gibi geçerek kalplerdeki karanlık düşünceleri nurlu ışıkları ile dağıtırken yüzleri güneşe doğru çevrilmiş başların birer demir levha gibi sert vücutlar üzerinde yükseldiği görülür ve bir kitle halinde çelik bir duvar gibi yürüyen bu genç ve gürbüz Türk Yavrularının ağızlarından fışkıran sesler, feveran etmiş volkanların etrafa saçtığı lavlar gibi yayılarak akisler yapardı.
Yürüyen bir ses. Bir cisim haline gelmiş, gözle görülebilen bir ses.
Talimgahın bu güzel mıntıkasına pek yakışan bir marşını söylüyor: DAĞ BAŞINI DUMAN ALMIŞ.
Her sabah haykırıyor ve her iki tarafı yeşil ağaçlarla süslenmiş caddeden akıp gidiyor.

25 Nisan 2011 Pazartesi

7- Altıncı bölük ve ilk nöbet

Bostancı'da bulunan Altıncı Bölüğe düşmüştüm.
Bölük Komutanı, Zeki isminde genç bir Teğmen idi.
Yerli mamulatı elbise, kundura, silâh ve teçhizat verdiler.
Silahlarımızın numarasını öğrendikten sonra Silahhanedeki yerlerine koyduk.
Köşkün bir odası Bölük Komutanına tahsis edilmişti.
Günün her saatinde Komutan'la ansızın karşılaşabileceğini bilen her arkadaş, kendisinde her hususta tedbirli
hareket etmek mecburiyetini görüyordu. Bununla beraber Komutan günün büyük bir kısmını dışarda geçiriyordu.
Bizi Mangalara da ayırdılar.
Talimgah'ı ikmal edip henüz subay olmamış namzet öğretmenler vardı. Bunların emrine verildik.
Bir, iki Mangayı bir Öğretmen idare ediyordu.
Bir kaç gün sonra talime alışmış, silaha hakim olmaya başlamıştık. Öğretmenler de kendi emirleri altındaki Namzetlerin derecelerini not ediyor ve bir tecrübe devresi geçiriyorlardı.
Nöbetler de tanzim edilmeye başlandı.
Bir Bölüğün; Onbaşı koğuşta, diğerleri kapıda, silahhanede ve hariçte olmak üzere üç, dört nöbetçisi vardı.
Akşam Karavanasından evvel Nöbetçi öğretmen tarafından Nöbetler birinci mangadan başlayarak, saatleri, mahalleri ve isimleri ile tanzim edilir ve Bölük Komutanı tarafından da tasdik edildikten sonra koğuşta yüksek sesle okunur ve herkes nöbet saatlerini ezberlerdi.
İlk Nöbetim gece saat ikiden üçe kadar Bölük kapısında uykunun en tatlı zamanına tesadüf etmişti.
Gece saat dokuza kadar oturduktan sonra uyudum. Gündüz epeyce yorulmuştum. Bu yorgunluk derin ve tatlı bir uyku ile karşılanmış, nöbet vakti bir hamlede gelivermişti.
Bir elin şiddetli dürtüşleri ile yerimden fırladım. Bu nezaketsiz arkadaşa çatmam hakkımdı.
Fakat, karşımda öyle nazik bir lisan ile özür dileyişi vardı ki, söylemek istediğim sözler boğazımda düğümlenip kaldı. Elindeki saati göstererek: 'Kardeşim,“ diyordu, "o kadir derin uykuda idiniz ki, tam beş dakikadır çağırıyorum. Hafif temaslarım tesir etmeyince şiddetle sarsmak mecburiyetinde kaldım. Af dilerim."
Kapıya gittim.
Nöbetçi arkadaş elindeki silahı ve belindeki palaskayı bana teslim ederek gitti.
Bir saatin ne demek olduğunu insan nöbette anlıyor.
Karanlığa alışan gözlerim, uzaklara kadar oldukça seçebiliyorlar.
Her tarafta derin bir sükut var.
Yaşayan tek varlık gibiyim sanki.
Bu sessizlik bana korkunç geliyor.
Rüzgarın dallarda çıkardığı hışırtılar da olmasa ...
Kendi ayağımın sesi ile bu ölü sükutunu bozmak için sert adımlarla yürüyorum: TAK TAK TAK.
Bu tak tak'lardan bir az ilerideki ağaçta saklanan bir gece kuşu büyük bir gürültü ile kaçışıyor.
İçeriye kulak veriyorum; Arkadaşların kuvvetli solumaları ve horultuları geliyor.
Saat bir türlü ilerleyemiyor.
Onbaşı uyudu mu acaba?
Eğer böyle bir şey olursa bir az sonra nöbetleri gelecek olan bir iki arkadaşın nöbetini de beklemiş olacağım.
Ben bu düşüncede iken Onbaşı, yanında nöbetçi ile göründü. Üzerimdeki ağırlığı devir, yani aktarma yapıyorum ve sonra vazifesini gören bir insan hafifliği ile beni bekleyen yatağıma koşuyorum.

6- Tecrithane

Uzun bir gecede bir çok fasılalarla geçen belki bir iki saatlik uyku vücudumda bir duş tesiri yapmakla beraber bana, gençliğin tabiata velev bir gece için bile olsa galebesini göstermişti.
Sabahı bir hasta gibi değil, dinç ve çevik karşıladım, İstanbul'da bulunan bir akrabama yazdığım mektupta battaniye vb.nin bu gün mutlaka gönderilmesini bildirdim.
Akşama kadar, mümkün mertebe koruyacak ve nakli kolay bir yatakla battaniye geldi.
Çok sevinmiştim. Bu geceyi, tatlı bir uyku ile hiç uyanmadan geçireceğimi düşünüyor, dün geceki duyduğum hüzün ve garipliği unutmaya çalışıyordum.
Bizi bir Koğuş'a aldılar.
Seksen santim kadar genişlikte bir yer gösterdiler. Yatağımı oraya serdikten sonra etrafıma şöyle bir göz gezdirdim: Büyük bir salondan ibaret bulunan bu odanın dört duvarının kaideleri yan yana dizilmiş ve ayak uçları odanın merkezine gelmek suretiyle serilmiş yataklar üzerinde bağdaş kurmuş sivil kıyafette insanlarla dolmuştu.
Giyiniş, konuşuş ve hareket tarzlarından muhtelif derecelerde bulunan bu koğuş halkına ben de karıştım.
Onlar gibi bağdaş kurarak oturdum.
Her kes birbirini anlamaya çalışıyordu.
İçlerinden Kaymakam, Müddei Umumi, Avukat ve hatta Mühendis talebelerinden tutun da, Medreseden yetişmiş kimselerin bulunduğunu öğrendim.
Hiç unutmam:
Sevimli bir yüzün çerçevelediği siyah top sakallı, zarif yapılı bir zat ile kendi aramda yaptığım yaş ve mevkice mukayeseden duyduğum ızdırabı saklayamayarak yanımdaki arkadaşa sormak mecburiyetinde kalmıştım 'Bu zatın galiba aramızda kendisinden ayrılamayacak derecede üzerine düşmüş olduğu bir oğlu bulunacak ki, burada kalıyor?" dedim.
Gülerek verdiği cevap, bana, sorulan sualden daha da acı gelmişti:
"Hayır. Bu bir Kaymakamdır. Bizim gibi kısa hizmete tabi tutularak buraya gönderilmiş."
Ne de güzel ve tatlı bir şivesi vardı.
Etrafında bulunanlara:
"Sizlerle şuradaki tanışmamız ve tatlı sohbetlerimiz her halde uzun sürmeyecek. Zira muayene neticesinde bendeki hastalık tahakkuk edecek ve beni sizlerden ayıracaklardır. Geçirilen bu günler hayatımda benim de bir kaç günlük Askerliğimin hatırası olarak kalacaktır.”
Bu zavallı Kaymakam Şerifi hakikaten bir daha aramızda göremedik.
Müddei Umumi'ye gelince:
Siyah bıyıklı, siyah kaşlı ve kısa boylu bir zat.
Bununla beraber Kaymakam gibi değil. Genç ve dinç. Aynı zamanda her şeye mütehammil bir hayat adamı.
Akşam, Karavana'ya dahil olduk.
Bir tabağım ve bir de kaşığım vardı.
Benden evvel gelen arkadaşlar yemeklere alışmışlar, ellerindeki tabaklara öyle bir kaşık atıyorlardı ki, imrendim bayağı.
Tabağı olmayanlar da Karavananın etrafına toplanmışlar, yarış yapar gibi atıştırıyorlardı.
Bir tabak yemek de bana verdiler.
Bahçenin tenha bir köşesine çekildim.
Bahçe iki kısımdan ibaretti:
Bir kısmı taş merdivenle çıkılan ve denize uzanan çamlı bir burun, diğer kısmı kumlu bir sahil.
Vapur güvertesini andıran bu burunun ucundaki güzel bir çamın altına oturdum.
Marmara'nın nihayetinde gruba yaklaşan güneşin Adalar üzerinde yarattığı mor menekşe renkli tablodan bana kadar titreyerek, kaynaşarak uzanan renkli ve mini mini dalgalara bakarak yediğim bu ilk Karavananın ilk yemeği bilmem ki ne idi?
Lezzetini hiç bir zaman unutamam. Buğday yarmasından yapılmış bol sulu bir şeydi galiba.
Bu geceden sonra bir tembel için hoşa gidecek, çalışkan bir adam için azapla geçecek günler ve geceler başladı.
O ilk yemekten sonra yemeklere alışmanın imkanı olmadığını görüyordum. Hele Alman Çorbası denilen, sel gelmiş bir ırmağın bulanık sarı suyundan farkı olmayan ve yüzüne baktıkça insanı yemeden doyuran bu namlı çorbayı ben de tattım.
Onun, el an dili buruşturan, boğazı acı biber gibi yakan tadı dimağımdan, o sarı suyun içinde dolaşan mahiyeti meçhul mini mini kırıntılar da gözlerimin önünden gitmez.
Yenilen yemeğin kap ve kaşığını yıkamak, onları temiz bulundurmak mecburiyetinde idik.
Mecburiyet diyorum, zira bu kelimenin buradaki manası başkaları tarafından icbar edilmek değildir.
Bizim nasıl ve ne suretle yemek yediğimizle alakadar olan bir kimseyi göremedim. Bunun için, her kes yediği yemeğin tabak ve kaşığını tatlı su un azlığından deniz suyu ile yıkıyordu. Kabın kumla ovulması da sabun vazifesi görüyordu.
İlk zamanlar bana pek soğuk gelen bu Tecrithane hayatına her şeye rağmen alıştım ve hatta sevdim bile.
Türkiye'nin her tarafından gelen arkadaşlarla tanışmak, Anadolu'nun muhtelif yerlerini görmeden tanımak, bana acılıklar arasında tatlı bir zaman yaşatıyordu.
Bir gün bizi Kayıt ve Kabul Bölüğü'ne verdiler.
Burada çok kalmadık. Bölüklere ayrıldık.
Bu Bölükler,o mıntıkada birbirlerinden uzak köşelerde bulunuyor, Birinci Tabur'u teşkil ediyorlardı.

23 Nisan 2011 Cumartesi

5- İstanbul Yedek Subay Namzetleri Talimgahı

1333 (1917) senesinin Nisan ayının 17 nci günü.
Tatlı, uyuşturucu bir nefes gibi soluyan rüzgar var.
Güneş, bulutsuz göğün maviliklerinden İstanbul'un, bu şiir ve güzellik diyarının üzerine kucak kucak neşe ve hayat saçıyordu.
Tabiat gülüyordu.
Bu öyle bir gülüştü ki, maddi ve manevi ızdıraplarla burkulan kalplere sanki birer ok gibi saplanıyordu.
Tabiatın bu neşesine karşılık yüzlerde neden bir lakaydi ve soğukluk var?
Ezelden beri kaynaşan bu karşılıklı sevgilere, insanların omuz silken müstağni mukabelesi neden?
Biri gülerken diğeri neden ağlıyor?
Bu gülmeyen ve gülmek istemeyen yüzlerde dalgalanan gölgeli düşünceler; baba, kardeş, dayı, amca, nişanlı ve koca hayalleri ile dolu.
Harp bütün şiddeti ile her tarafı kavuruyor.
Aylık, sefalet ve ölüm bu zavallı beşerin sırtına çullanmış kemiriyor, kemiriyor.
sokaklarda hep boz ve haki elbiseler.
Sanki ovalar, kırlar daralmış daralmış da şu dar caddelere sığmaya çalışıyor.
Akan bu insan kalabalığına ben de karışıyorum.
Üzerimde benim de onlar gibi elbisem var.
Yoldan gelmiş, Anadolu'nun bir köşesinden kendi ayağı ile ölmek ve öldürmeye hazırlanmak, öğrenmek ve öğretmek için gidiyorum.
Bilmediğim, yalnız ismini işittiğim bir yere gidiyoruz YEDEK SUBAY NAMZETLERİ TALİMGAHIna.
Düşünüyorum: Subay çıkaran bir mektep şüphesiz, Leyli bir mektep hayatı.
Sultani gibi değilse de her halde Askerî Disiplin altında muntazam bir talebe hayatı olacak.
Karyola, yatak vb. götürmüyorum.
“Ne lüzumu var? Memleketin yüksek ve münevver gençliğini bir araya toplayan bir mektebe gidilirken bu gibi şeyleri düşünmek doğru mu ya?" diyorum kendi kendime.
Bu düşüncelerle Köprü'ye geliyorum.
Haydarpaşa'ya geçecek vapur hazır.
Biletimi aldım.
Polis düdüğü gibi bir ses ve onu takip eden kesik bir vapur düdüğü sesi.
İskele çekiliyor.
Çevik bir hareket ile atlıyorum. Vapur da açılıyor.
Bir az sonra Haydarpaşada'yız.
Göztepe'ye bir bilet alıyorum. Talimgahın orada olduğunu söylemişlerdi.
Bu taraflara de ilk defa gitmekteyim. Yer gösteren birisi bulunurdu elbette.
Tren ilk istasyonda duruyor. Dışarıdan bir ses telaşa lüzum olmadığını bana sanki ikaz ediyor: KIZILTOPRAAAK...
Tren, her iki tarafı şık, sevimli, yüze gülen köşklerle mükemmel bahçeler ve her an trenin pencerelerine kadar uzanan dalları ile bir sıra yeşil ağaçlar, çamlar ve çiçeklerle dolu bir caddeden geçer gibi.
Ne kadar de güzel yerler.
Her parçası, kıymetli birer tablo gibi daima değişen bu cennet yerlerde SUBAY yetiştiren bir mektepte okumak, ömrün en tatlı günlerini doya doya yaşamaktır.
İçimde bir sevinç ve ferahlık duyuyorum bu yüzden.
"GÖZTEPEEE .... "
Trenden atlıyorum.
Yolcuları takip ederek bir merdivenden çıkıyorum.
Bir köprü üzerinden geçiyoruz.
Köprünün yanı başında içerisi Asker dolu bir Kahve var
Bunlardan, Talimgahın nerede olduğunu öğrenirim diyerek içeri giriyorum.
Yeni denilemeyecek elbiseler içerisinde elmacık kemikleri çıkık, tunç rengi yüzlerde birer kıvılcım gibi parıldayan bakışlarından, çevik ve faal hareketlerinden, bir cıva gibi atılgan ve şakrak seslerinden anlıyorum ki, bunlar, olsa olsa Mehmetçiklerin Öğretmenleri olabilirlerdi. Omuzlarında, ortaları açık, uzun bir U şeklinde apoletleri var.
Acaba bunlar Onbaşı mıdırlar?
Etrafımı sardılar.
Arı kovanına giren bir yabancı arı gibi bakınıyorum.
İçlerinden birisi:
"Siz de mi bize arkadaş olmaya geldiniz? Talimgaha mı gireceksiniz?” diyor. "Evet." diye cevap veriyorum.
Ne şekilde kaydedileceğimi ve nereye müracaat edeceğimi lütfen söyler misiniz?"
Tarif ediyorlar.
Sahile yakın bir Köşk, Yedek Subay Talimgahı Alay Kumandanlık Karargah'ı imiş.
Gösterilen yol üzerinden sahile amuden iniyorum.
Köşk'ü gösteriyorlar.
İçeriye serbestçe giriyorum.
Karşımda, kimsenin bulunmadığı sade döşeli bir salon.
Sandalyelerden birisine oturuyorum.
Şu kimsesiz salonda Askerlikle sivillik arasında açıkta kalmış el ile tutulan, göz ile görülebilen bir zaman
parçasının geçişini seyrediyor gibiyim.
Bir az sonra karşıki odalardan çıkan bir Subay bana doğru geliyor. Ne istediğimi sert bir sesle soruyor. Evvelce
hazırladığım evrakı veriyorum. Bir göz gezdiriyor ve "Bir az bekle." diyerek odaya giriyor.
Bekleyişim uzun sürmüyor.
Döndüğü zaman, elime bir zarf uzatarak üzerindeki adrese götürmekliğimi söylüyor.
Dışarı çıktığımda zarf'a bakıyorum: "TECRİTHANE KUMANDANLIĞINA" yazılı.
Kendi ayağımla gidip kendimi tecrit edeceğim!
Kumandanlığın, her hangi bir ferde bu derecedeki itimadına doğrusu hayret ediyorum.
Bununla beraber, "Hayret edecek ne var sanki?" diye de düşünüyorum. Onlar da bilmiyorlar mı ki, Anadolu'dan kendi ayağı ile gelen bir adamdan başka itimada şayan kim olabilir?
Tecrithane.
Bilmem hangi Paşanın Köşk'ü.
Namzetlerden bir Nöbetçi var kapısında.
Nöbetçinin dudaklarında beliren ince bir tebessümle gözlerimin içerisine bakan bu gözlerde sezdiğim acı manalar ümitlerimi kırar gibi oldu.
Bir lahza duraklıyorum.
İçeriden üzerime dikilen yüzlerce gözlerin çekici bakışları elimde olmayarak beni sürüklüyor. Benim olmayan adımlarla gayri ihtiyarı yürüyorum.
O sırada, parmaklıklı merdivenlerle çıkılan binanın merdivenlerinden inen kısa boylu, ince yapılı bir Mülazım
ile (Teğmen) karşılaşıyorum.
Başı omuzları üzerinde sağa sola kendiliğinden sallanan sinirli bir Subay.
Tecrithane Kumandanı imiş.
Elimden zarf'ı alıyor.
İnce ve sert bir sesle, kayıt için Kalem'e gitmekliğimi bildiriyor.
Artık kaydedildim.
Böylelikle akşam da oldu.
Ne yatacak bir yer gösteren var, ne de hal hatır soran.
Vaziyeti derhal kavrıyorum.
Aç kalmamak için kapıdaki helvacı'ya koşuyorum.
Ekmekle bir az helvayı kağıda sardırarak yanımda alıkoyuyorum.
O gün, benim gibi gelen iki arkadaş da aynı durumdalar. Kırılan hayallerinin boş çerçevelerinden hakikati bütün çıplaklığı ile seyrediyorlar.
Bize, geniş ve camlarının bir kısmı olmayan salon gösterdiler.
Kırık pencerelerden MARMARA görünüyor.
İki Beylik (Battaniye) bulduk.
Pek yakın bir istikbalin 18-19 yaşındaki genç bir Subayı yersiz; yurtsuz, cami avlusunda titreyerek kıvrılmış
bir sefil gibi Nisanın üşütücü gecesinde kırık camlı pencerenin dibine uzanmış, sabahı nasıl yapacağını düşüne düşüne uyumaya çalışıyor.
İşte, Askerliğimin ilk gecesi.

4- Kara Vasıf

Kendi kendime bir takım teşebbüslere girişmek ve bu teşebbüslerimi tatbik mevkine koymak için yaşımı hiç nazarı itibara almazdım.
Yaşım küçüktü ama kararlarım büyüktü ve çocukça da değillerdi. Mantık yolu ile hareket ediyor, her şeyin, bahusus askerliğin acemisi olduğum halde her çareye baş vuruyor, henüz pek küçük yaşta istikbal ve emeklerimin ilk ateşte kavrulup yanmasına razı olamıyordum.
Dimağımda bir düşünce yine inatla dolaşmaya başladı.
En büyük Mülkiye amiri olan valiye gittim. Şimdi de en büyük Askeriye amiri olan mıntıkanın Erkanı Harbiye Reisine gideyim.
Ne olurdu sanki, çok çok kapı dışarı edilebilirdim.
Yedek Subay arkadaşlara sordum: "Erkanı Harbiye Reisi kimdir?"
"Meşhur KARA VASIF" dediler.
"Nasıl adamdır?" diye sorduğum zaman: "Kulakları ağır işitir lakin çok muktedir ve ateş gibi de bir adamdır." diye cevap verdiler.
Kara Vasıf'ın kulaklarının ağır işittiğini öğrenince şifahen dert anlatamayacağımı düşünerek Cemal Azmi'ye yazdığım gibi buna da istida şeklinde bir mektup karalayıverdim. Yine bizzat vermeye de karar kıldım.
Kara Vasıf'ın bulunduğu "Güzelhisar" denilen Askerî Mıntıkaya geldim. Erkanı Harbiye Reisinin odasını buldum.
Arkamda yine Sultani elbisesi var.
Yazdığım mektup hülasa olarak şu mealde idi:
"Sultani II inci sınıf talebesiyim. Depo Taburuna beni Yazıcı olarak aldılar. Yaşım Askerliğe müsait değildir. Bu hususta Vali Cemal Azmi'ye giderek beni münasip bir yere aldırmasını veyahut gelecek seneye terk edilmekliğimi rica ettim, bir netice çıkmamıştır. Bu ricamın yerine getirilmesini sizden istirham ediyorum."
Kapıdaki süngülü nöbetçi: "YASAK" diyerek bırakmadı.
Buraya kadar gelmiş iken içeriye giremeden dönmek.
Bu, benim karar ve düşüncelerime aykırı bir hareket olurdu. Buna nasıl razı olurum?
Yasakmış.
Yasak da ne demek? Ben öyle yasak masak dinlemem.
Derhal bir çare bulmalıydım muhakkak.
O sırada salonun öteki ucunda bir gürültü koptu, fırsatı kaçırmadım:
"Ne yapıyorlar, şuraya baksana." diye telaşlı bir hareketle nöbetçiye o istikameti gösterdim. Manevramı yutmuştu. O tarafa dönünce ben de kapıya süzülüverdim.
Asker işin farkına varıp da eteğimden tutmaya çalışırken bir fırtına gibi içeriye daldım.
Girdiğime, gireceğime de bin kere pişman oldum. Fakat iş işten geçmişti.
Oda çok kalabalık.
Karşıda pencerenin önüne o zamanki mobilyalardan uzun bir sedir yapılmış, Kumandanlar orada sıra ile oturmuşlar sigara içiyorlar, görüşüyorlardı.
Ben içeriye birdenbire girince her kes sustu, bütün gözler bana ve bir de kapının arkasına çevrildi.
Ben, Kara Vasıf kimdir diye arınırken onların kapının arkasına bakmaları benim de bakışlarımı o tarafa sevk etti.
Meğer Kara Vasıf kapının arkasında karyolasının içerisine elbisesi ile uzanmış, benim geldiğimden bîhaber elinde ecnebî bir mecmua, dalgın dalgın okuyor.
Anladım ki, kulakları hakikaten işitmiyor. Çünkü ben geldim her kes sustu, fakat onda hiç bir hareket yok.
Neticeyi beklemeye başladım.
Kara Vasıf mecmuanın alt satırını okuyup da gözlerini mecmuanın en üst satırına kaldırdığı zaman beni tam karşısında görünce yerinden öyle bir fırlayış fırladı ki, korkumdan kapıyı açıp hemen kaçacaktım.
Çok sert bir sesle:
"Ne istiyorsun be? Seni buraya kim getirdi?" diye haykırdı. Hiç cevap vermeden elimdeki kağıdı uzattım.
O, tehlikeli bir şey tutuyormuş gibi kâğıdı parmağının ucu ile tutarak bir hamlede okudu ve deminki sert sesinin bir misli yüksek perdesi ile:
"Sen nesin be? Asker değil misin? Asker olduğun halde kim dedi sana Vali'ye git diye? Senin amirin Vali mi? Defol. Nereye ayrılmış isen, nerede vazife görüyorsan yine oraya git vazifene devam et, anladın mı?"
Ucuz kurtuldum diye temiz havaya kavuşur kavuşmaz Askerin sert ve gıcırdayan dişlerinin sesini işitmemezlikten gelerek bir çocuk gibi koşarak uzaklaştım.
Eyvahlar olsun, bu teşebbüsüm de suya düşmüştü.
Ümidim kırıldı.
Allah, bakalım bundan sonra ne gösterecek?
Kara Vasıf'ın dediği gibi işime sarıldım.
Bir gün bizim Subaylarda bir telâştır baş gösterdi.
“Ne var, ne oluyor?" diye sordum, "Sen bilmiyor musun emir var ? Askere alınanlar Erkanı Harbiye Reisinin muayenesine tabi tutuldular. Teftiş ediyor, sınıflara ayırıyor. Ondan sonra da sevkıyat başlıyor. Malum ya, bizim burası Depo Taburudur. Sevkıyat hep buradan ayrılır." dediler.
Yedek Subaylardan birisi! "Gel sen de git." dedi.
"Ben de gidebilir miyim?“ diye sorduğum zaman:
"Bir def'a gitmek hakkındır.” diye cevap verdi.
Gitmeye çoktan kararlıyım ama korkuyorum, ya Kara Vasıf beni tanır da tecziye ederse?
"Ben Kara Vasıf'a gittim, hususi olarak görüştüm.” diye kimseye bir şey söyleyemediğimden, haberleri yoktu.
"Haydi sen de gel, gidelim, bir talihini dene." diye ısrar ettiklerinde "Pek ala” dedim ve derhal eve koştum. Sivil elbisemi giydim, tıraş oldum, geldim Askerin arasına karışarak Güzelhisar'a gittim.
Meydanlıkta, Askere yeni gelen bu sivil kıt'a saffı harp nizamına geçerek Erkanı Harbiye Reisini beklemeye başladılar.
Ben arka sıralarda idim.
Ötekinin berikinin dirsekleri ile beni aralarına sokmak istemedikleri bir sırada "Erkanı Harbiye Reisi geliyor.”
dediler.
Arka sırada iki kişinin arasına zorlukla sıkışıp kaldım.
Kara Vasıf, teker teker herkesin yüzüne bakarak:
"Sen dışarıya şu tarafa, sen dışarı sol tarafa, sen yerinde kal." diye üç kısma ayıra ayıra yanıma kadar geldi. Bana şöyle bir bakınca, o ateş gibi gözlerin zekâ kıvılcımları ile parladığını gördüm:
“Sen buraya kaçıncı def'adır geliyorsun? Geçen gün gelen Sultanili değil misin?" dedi.
Benim yerime bizi getiren Subay cevap verdi;
"Hayır efendim. Bu, ilk def'a gelen Sultanilidir. Sizin dediğiniz o Sultanili başkadır efendim.”
Kara Vasıf: "Ben kanmam, fakat haydi sizin dediğiniz olsun." anlamında: "Pek alâ sen yerinde kal." dedi.
Teftiş devam etti.
Bittikten sonra da öğrendim ki; "Yerinde kal." dedikleri cepheye sevk ediliyor, sağa ayrılanlar gelecek seneye
sola ayrılanlar da ihraç ediliyorlarmış.
Yazıcılar geldi, “SEVK” defterine beni de kaydettiler.
Demek ki artık Cephe'ye gideceğiz.
Zavallı Anneciğim aklıma gelerek düşünüyorum:
Henüz çok küçük ve tek yavrusunu HARBE gönderecek.
Artık kendimi düşündüğüm yok.
Benim için hayatını feda eden bu kadın, kalbimi sızlatıyor, eritiyordu.
Dalgın dalgın düşünürken boynuna bir zincirle geçirilmiş göğsünde yarı ay şeklinde madeni bir levha taşıyan o zamanın "KANUN" ismi verilen İnzibat Çavuşu koşarak geldi, bizi getiren Yedek Subayı alarak götürdü.
Bir sürpriz daha başlamak üzere galiba. Zira, bir hissi kablelvuku bana, bu inzibatın benim için geldiğini kulağıma fısıldıyor adeta.
"Ne münasebet" diyorum, "Kendi kendime kuruntu yapıyorum. İnzibat senin için neden gelsin."
Bir az sonra Subay gülerek geldi ve bana yanaşarak:
"Yakayı kurtardın." dedi.
Kara Vasıf demiş ki:
'Bu kadar Askerin arasında bir tek Sultanili var ya ona beş on gün daha hizmet ettirin ve bırakın gitsin."
Türk Ordusu, senin gibi büyük Kumandanları sayesinde harikalar yaratmış, bilahare Kurtuluş Savaşını bütün dünyaya parmak ısırtan kahramanlıklarla nihayete erdirmeye muvaffak olmuştur.
O zaman senin, küçük bir Sultanili olarak boşu boşuna Sarıkamış'da donarak ölümüne razı olamadığın çocuk, İstiklal Savaşının sonuna kadar Vatanı için çarpışmış ve İzmir'e Tümeni ile girmek bahtiyarlığına erişmiş bir insan olarak bu günleri görmekten duyduğu neş'e, saadet ve iftihar içerisinde ömrünü tamamlamaya çalışıyor.
Sen öldün. Fakat bu Vatan için göstermiş olduğun Kahramanlık Kara Vasıf ismi altında yaşamaktadır.
Allahtan sana Rahmet ve Mağfiret dilerim.
Senin, bu yerinde kararın hem bir aileyi kurtarmış, hem de ilerideki Harp Hatıralarımda tebarüz ettirdiğim muharebelerdeki naçiz muvaffakiyetleri ile düşmanına ağır darbeler indirmeye muvaffak olmuş bir genci o zamandan düşman için bir tarafta saklaman ne kadar isabetli olmuştur.
Bunu sana telkin eden Cenab'ı Hakka bin hamd-ü sena.
Kara Vasıf'ın emri ile MUSTAHFAZ Sınıfına nakledilmek suretiyle terhis edilerek Giresun'a geldim.
Bir müddet sonra Şark Ordularımızın ricatı neticesi Trabzon Şehrinin tehlikede olduğunu nazarı itibara alan
Eniştem (Teyzemin Kocası) son dakikaya kadar Giresun'da kalmak üzere ailesini Havza ve Merzifon'a göndermeye karar verdi. Annem de Dayım ile birlikte Havza'ya geldiler.
Dayım, Havza'da Teşvikiye Un Fabrikası Müdürü olarak Fabrikaya yerleşti. Ben de onunla birlikte Fabrikada kaldım.
Bir müddet sonra Trabzon'unun düşme haberi bizi son derece müteessir etti.
Muhacirler her taraftan Havza ve Merzifon'a akın etmeye başladılar.
Ordu'ya iltihakımın artık tam manası ile zamanı gelmişti. Havza Şubesine müracaat ederek YEDEK SUBAY TALİMGÃHI'na gönderilmekliğimi istedim.
Yapılan muameleden sonra İstanbul'a müteveccihen Havza'dan ayrıldım.