2 Temmuz 2011 Cumartesi

23 - Kokar Tepe Muharebesi

21 Ağustos 1921
Karşımızda, yalçın bir dağ silsilesi uzanıyor.
Bizimle, bu heybetli dağlar arasında mini mini bir tepecikle dar bir boğaz ve köy görünüyor.
Bu dağların bize karşı etekleri, ara sıra değişen kadın modaları gibi yüksekten kesilmiş etek yerine güneşin ışıkları altında yansıyan çıplak ve renkli kayalar gibi yükseklerden birden bire dökülen korkunç ve köpüklü bir  şelale hissini veriyor insana.
Solumuzda Türbe Tepe var.
Bulunduğunuz yer Kokar Tepe'den bir az daha yüksek. Sağımızda, taşlı ve külah şeklinde bir tepe daha görünüyor.
Alayın sol cenahını bizim tabur teşkil ediyor.
Bulunduğunuz bu tepe, karşımızdaki ve epey uzakta bulunan dağlara kadar uzanan girintili çıkıntılı araziye hakim.
Siper kazmaya başladık.
Düşmanı burada karşılayacağız.
Otuz sekizinci alayımız daha evvel düşmana karşı gönderilmiş ve muharebe ede ede düşmanı bizim müdafaa hatlarımızın karşısına getirecek.
Böylelikle epeyce vakit kazanmış olacağız.
Siperlerimizi yetiştirebileceğimizi ümit ediyoruz.
Tepenin, hattı balaya yakın olan kısımları kayalık olduğu için siperleri tepeden epeyce aşağılarda toprak arazide kazmak icap ediyordu.
Bu şekildeki siper her ne kadar cephane ve takviye için uygun değilse de yanlardan yapılacak mestur yollarla temin edilebileceğinden hafriyatın bu şekilde yapılmasına karar verdim.
Piyade bölükleri de faaliyete geçtiler.
İstihkam bölüğü aşağılara gitmeyerek "Dolma Taş Siperler" yapmakta ısrar ediyor ve yapıyorlardı.
Taburun sağ cenahında makinalı tüfeklerim için toprak bir yer bularak kazdırmaya başlattım.
Siperler iyice ilerlemişti ki, bölük komutanı Feyzi Bey geldi.
Sararan yüzünden ve telaşlı halinden hiddetlenmiş olduğu derhal anlaşılıyor.
Feyzi Bey, mert, nezih ve çok temiz kalpli bir insan olmakla beraber asabının bozukluğundan ve nevrasteni bulunduğundan her zaman şikayet ederdi.
Bu şikayetinde de haklıydı. Çünkü Umumi Harpte esaret hayatı yaşamış ve bu acı günler onun, vatanı için titreyen asil ruhunu için için kemirmiş, sinirleri üzerinde tahribat yapmıştı. Esaretten döner dönmez de İstiklal Harbine iştirak etmiş bulunuyordu ki, bir müddet sükunete ihtiyacı bulunan bir vücudun, yurdun en tehlikeli zamanında atıldığı İstiklal mücadelesinde daha ziyade hırpalanması pek tabii idi.
En ufak bir şeyden hiddetlenir, karşısındakinin kalbini kırardı. Fakat bir az sonra elinde olmayarak kırdığı kalpleri yine kendi, kin taşımayan temiz kalbi ile tamire çalışırdı.
Bir ağabey gibi hürmet ettiğim yüzbaşımın bu hallerini her zaman hoş görüyor, birdenbire asabileşmesine sakin bir tavır ile mukabelede bulunuyordum.
Kim bilir yine kimden bizim hakkımızda bir söz işitmişti?
Belki de istihkam bölüğünden bizim için duyduğu bir sözle gelmiş olacak ki, sert bir sesle:
"Kim söyledi size siper kazın diye? İşte istihkam bölüğü siper kazıyor ya. Boş yere askeri niçin yoruyorsunuz? Olmaz efendim, siper kazılmayacak."
Benim sözlerimi kat'iyen dinlemiyor ve şiddetle ısrar ediyordu.
"Pek ala yüzbaşım, siper kazılmasını şimdi tatil ediyorum. Yalnız, şunu da söylemek isterim ki; muharebenin başladığı dakikada tüfeklerimizi gömülmüş veya parçalanmış olarak göreceksiniz. Çünkü, düşmanın geleceği istikamete giderek buraları uzaktan tetkik ettim.
İstihkam bölüğünün yaptığı dolma makinalı tüfek siperleri aşağıdan havaya iz düşüm veriyor, bir hilal şeklinde görünüyor. Buralara konacak tüfekler, düşman topçusuna pek hoş bir hedef teşkil edecektir." dedim ben de.
Hiç bir şey söylemedi ve arkasını dönerek sert adımlarla uzaklaştı.
Çavuşlar ve numara erlerim harp görmüş tecrübeli askerlerdi. "Biz siper kazmaktan yorulmuyoruz. Bilakis memnunuz. Boş duracağımıza çalışalım. İlerde işimize yarar." diye yalvarmaya başladılar bana.
Yaptırdığım iş keyfi ve şahsi bir angarya olmayıp, yurdun müdafaasına müteallik bir vazife idi. Zarardan ziyade fayda görebileceğiniz için yüzbaşıya sezdirmeden işimizi yürütmeye karar verdim.
Gecenin sessizliğinde kazma ve kürekler sür'atle işlemeye başladılar.
Siperler, bir kaç saat içerisinde ikmal edilmişti.
Geriye doğru bir kaç metre de irtibat yolu uzattırdım ve oradan itibaren de her on metrede bir insan boyunda çukur kazdırtarak numara erlerimin cephane ikmalini temin ettim.
Muharebe başladığı zaman bir asker ne de olsa bir sıçrayışta kendisini karşı çukura atar, elindeki cephane sandıklarını oraya bırakarak yerine dönebilirdi.
Sabah oldu.
Makinalı tüfek siperlerimizden 750 metre aşağıdaki bir tepeciğe giderek düşmanı orada beklemekliğim ve düşmanın geldiğini hatlarımıza karşı atacağımız tenvir ve işaret fişekleri ile bildirerek geriye çekilmekliğim emri verildi.
Emri veren alay komutanı idi.
Benim gitmekliğimi de bana emreden yüzbaşımdı.
Yüzbaşıma dedim ki:
"Siz de bilirsiniz ki, talimatnamede, makinalı tüfeklerin tek olarak kullanılması memnudur, ileri karakollarda bulunmaları caiz değildir. Alay Komutanına bu ciheti hatırlattınız mı?"
Yüzbaşım sert bir lisan ile kesip attı:
"Hayır, buna burada lüzum yoktur. Talimatname mevzuubahis olamaz. Emir, emirdir. Gideceksiniz." dedi.
"Ben, size talimatnamenin bu maddesini sadece hatırlatıyorum. Madem ki emir emirdir, ben de emri yerine getirmekle mükellefim. Gidiyorum." dedim.
Bir makinalı tüfek alarak müdafaa hatlarımızdan aşağıya inerek gösterilen tepeye geldim.
Tepe bir daire şeklinde ve kuru bir dere ile çevrilmiş bir ada halinde, kamilen taştı.
Siper kazmanın imkanı yok.
Taşları birbiri üzerine yığıp tüfeği arkasına koyduk.
Bir az sonra da teğmen Hasan Bey idaresinde bir miktar piyade geldi.
Otuz sekizinci alay yanlarımızdan geçerek çekilmişti.
Düşmanla karşı karşıya bırakılmıştık.
Akşam oluyordu.
Karşınızda, bulanık, sarımtırak bir sema belirdi. Daha gerilere doğru da kızıl ve puslu bulut kafileleri süratle yaklaşmaya başladılar. Ortalık birdenbire kararıvermişti. Yağmurla karışık şiddetli bir rüzgar bulunduğumuz yeri alt üst ediyor, yerden kaldırdığı taş parçalarını yüzümüze şiddetle çarpıyordu.
Bir baskına uğramamak için fırtınaya göğüs gererek ileriyi gözetlemeye başladım.
Düşmana semavi bir yardımcı olan ve büyük hizmetler gördüğü sonradan anlaşılan bu fırtına bir müddet sonra durdu.
Bizimle adeta alay eder gibi öyle güzel grup levhaları gösterdi ki, tabiatın yüreğimizi sızlatan bu istihzasının acılığını hiç bir zaman unutamam.
Akşam öğrendik ki; solumuzda bulunan ve müdafaa hatlarımızın en mühim noktalarından olan Mangal Tepe bu
şiddetli fırtınaya kurban gitmiş, düşman tarafından işgal edilmişti.
Akşam, eski zaman hikayelerinde küpüne binen ve korkunç fırtınalar kopararak gökyüzünde dolaştıktan sonra yere inen bir cadı gibi karşımıza dikildi.
24 Ağustos:
Bu sırada karanlıkları delerek bize kadar gelen bir kaç mermi taşlara çarparak sustu.
Hasan Beyin askerleri mukabeleye başladılar.
Düşmanın, uzaklardan birer ateş böceği gibi görünen ve yanıp sönen tüfek ateşleri sıklaşmaya başlamıştı.
Hasan Bey yanıma geldi: "Düşman üçüncü tabur karşısındaki düzlükte ilerliyor ve önümüzdeki derenin içerisinden geliyor. Vazifemizi yaptık. Tabura işaret vererek çekilelim." dedi.
Hasan Bey tenvir tabancalarını ateşlemeye başladı.
Sessizce çekilerek taburumuza geldik.
Vazifesini yapmış bir insan hafifliği ile yorgun olarak çadırın kenarına oturdum.
Yanımda birdenbire bir ses yükseliverdi:
“Safa efendi."
Yüzbaşıma aitti bu ses. Devamla:
"Haydi bakalım, alay komutanının emri: Tekrar oraya gideceksiniz.“ dedi.
Bu emre çok şaşırmıştım. Fakat istenileni de hemen yapmaya mecburdum.
Mademki oraya tekrar gidecektik, bizi buraya getirmeye sebep olan emri evvelce niçin vermişlerdi? O emri yerine getirmekten başka bir şey de yapmamıştık.
Yüzbaşımdan piyade istedim.
“Hasan Efendiye de emir verildi, bölüğüyle o da hareket edecek." dedi.
Hasan Beyin gidip gitmediğini bilmiyordum.
Siperlerden aşağıya doğru inmeye başladık.
Göz gözü görmeyen zifiri bir karanlık var.
Yanımızda piyade bulunmadığı için ve ağır makinalı tüfekten başka silahımız da olmadığından benim ileri atılmam icab ediyordu.
Efradıma beni takip etmelerini bildirdim.
Bu emri söylemeye de lüzum yoktu zaten. Zira kahraman askerlerim benim ileri gittiğimi görünce derhal bana yaklaştılar ve adım adım takip etmeye başladılar.
Birdenbire düşmanla kucak kucağa gelmemek için sessiz ve gayetle yavaş, aynı zamanda etrafımızı bütün dikkatimizle dinleyerek ilerliyoruz.
Tepeye yaklaşmıştık.
Askerlerime dedim ki:
"Arkadaşlar, sizler burada bir az bekleyin. Ben yalnız olarak ileri gideceğim. Bu esnada düşmandan bir hareket, bir karaltı görecek olursam ateş ederim. Siz de derhal tüfeği olduğunuz yere kurarsınız."
Yürüdüm.
Karşı tarafta hiç bir ses ve hareket yok.
Bu derin sessizlik bana çok manalı gelmeye başladı.
Bir az evvel terk ettiğimiz küçük tepe, karanlıklar içerisinde daha kara ve kapkara olarak, yaklaştıkça büyüyen bir göz gibi beni kendisine doğru çekmeye başlamıştı.
Epeyce ilerledim.
Tepe ile benim aramda, tepeyi saran kuru bir dere var.
Yattım, dereyi dinlemeye başladım. Bir müddet sonra arkama döndüm ve çocukların benimle irtibat temin ettiklerini gördüm: bir asker arkamda çömelmiş sessizce duruyor. İşaretle yanıma gelmesini bildirdikten sonra tüfeğin derhal buraya getirilmesini söyledim.
Tüfek bir az sonra geldi ve istikamet karşı tepe olarak kuruldu.
Tepeye doğru bir miktar daha gitmek lazımdı. Zira orada kimin mevcut olduğu bizce meçhuldü. Düşman mı, yoksa Hasan Bey mi vardı orada?
Hasan Bey o tepede bulunmuş olsaydı arkasının emniyetini temin için benin bulunduğun yerlere bir kaç gözcü koyar ve derenin içerisinden sarılmak tehlikesine karşı bir tedbir almış olurdu her halde. Bu kadarcık bir tedbiri almayacak kadar düşüncesiz olamazdı bir subay.
Kendi kendime muhakemeler yürütüyordum.
Ay, ince bir kaş halinde tepenin arkasından yükseldi.
Koyu karanlığa serpilen gümüşi bir renk gecenin şeklini bir az değiştirir gibi oluştu.
Ortalığın çok az da olsa aydınlanmasına rağmen karşımdaki tepecik, dilsizliğini hala muhafaza ediyor, gittikçe esrarlı bir şekle bürünüyordu.
Burada beklersek vakit kaybedeceğiz.
Belki de, tepeye, gelmemiş olan düşmana vakit kazandırmış olacağız.
Bu ihtimalleri düşünürken askerlerim de yanımda toplamışlardı. "Ne yapalım?" der gibilerden yüzüme bakıyorlardı.
Böyle durmak askerlerimin de hoşuna gitmemişti.
Yapılacak tek şey vardı. Yavaşça sordum:
"İçinizde, tepeye giderek Hasan Beyin orada olup olmadığını tetkik edecek ve orada ise kendisi ile irtibat temin edebilecek kimse var mı?"
Kendisine "Kolordu" namı verilen Hüseyin isimli deli göz bir askerim vardı. Sözümü bitirir bitirmez derhal ileri atıldı. "Ben giderim efendim" dedi.
Belki hepsi birden ileri atılacaktı. Fakat o kimseye fırsat vermeyerek atik davranmıştı.
"Aferin Kolordu." dedim: "Hasan Bey oradaysa bul ve yerimizi göster. Oraya gelelim mi? Yoksa tepenin arkasını sabaha kadar emniyete almaya çalışalım mı diye sor." Kolordu vakit kaybetmeden karanlığa dalarak gözden kayboldu.
Ağır makinalı tüfeklerin piyadesiz olarak kıt'alarından uzak mesafelere gönderilemeyeceklerinin sebebi burada, en ciddi tatbikat esnasında kendiliğinden tebarüz ediyordu işte.
Eğer piyademiz olsaydı onları ileriye sevk etmekte tereddüt etmezdim. Bir az evvel karanlıklara silahı olmadan ve gözünü kırpmadan atılıveren kahraman askerimden de ancak bu kadar fedakarlık bekleyebilirdim.
Bir az sonra ikinci bir asker de yine kendi arzusu ile ileri atıldı, Kolordu ile irtibata gitti.
Bu gidişler bir kaç dakikalık zaman içerisine sıkıştırıldığı halde, buhranlı ve uzun bir bekleyiş devresi yaşattı bize.
Nihayet geldiler.
Teğmen Hasan Bey tepede imiş.
Tepede kalmaklığımızın daha münasip olacağını bildirmiş.
Vakit hayli ilerlemişti.
Kısa yaz gecelerinin erken olan sabahı yaklaşmak üzereydi.
Tümenin sol tarafını teşkil eden taburumuzun sol cenahında ve oldukça ileriye çıkmış bir vaziyette bulunan Altıncı Bölük cephesinde şiddetli bir muharebe başladı birdenbire.
Bir müddet sonra ateş o kadar artmıştı ki, bomba ateşi de işin içine girmişti.
Bölük Komutan Vekilliği yapan Teğmen Naci Beyi bu tehlikeli vaziyetten bir müddet için bile olsa kurtarmayı düşündüm ve fazla bekleyemeden gayri ihtiyari olarak tüfeğimi Altıncı Bölüğün cephesinde birer kıvılcım gibi parıldayan ateşlere tevcih etmesini nişancıma bildirdim.
Bu hareketimle, düşmanın, bu bölük üzerinde temerküz eden ateşini biraz da kendi üzerime çekmek istemiştim.
Öyle bir vaziyetteydik ki, ateşimiz, düşmanı yandan hırpalayabilecek derecede ilerilerdeydik.
Düşman da mevcudiyetimizden habersizdi.
Tüfek ateşe hazırdı.
Düşman tarafından gelecek serseri kurşunlara hedef olmamaları için numara erlerime mevzi almalarını bildirdim.
"ATEŞ." kumandasını verdim.
Tüfek, ölüm saçan homurtularla birdenbire işlemeye başlayıverdi.
Tahminimde aldanmamıştım: Bir az sonra gördüğümüz mukabele, ateşimizin düşman üzerinde az çok tesir bıraktığını bildiriyordu.
Elimizdeki cephane çok azdı.
Yüzbaşıya bir er göndererek bir kaç şeritlik cephane istettim.
Eli boş olarak geldi er. Cephanenin azalmış olması dolayısıyla veremeyeceğini söylemiş yüzbaşı. Şu halde, ateş kesmekten başka çare yoktu.
Ateş keserek beklemeye başladık.
Bir müddet sonra, Hasan Beyin emir erinin yanımızdan geçerek müdafaa hattımıza doğru gitmekte olduğunu gördüm.
Tabur komutanına yazılmış bir kağıt vardı elinde.
Hasan Bey, sağ tarafımızda bulunan Üçüncü Tabur ileri karakolunun çoktan geri çekilmiş olduğunu, düşmanın ise oraları işgal ederek bizi yandan ateş altına aldığını ve çevrilmek üzere bulunduğunu, geriye çekilip çekilemeyeceğini soruyordu.
Bakalım ne gibi bir cevap gelecekti?
Uzun süren bir bekleyişten sonra cevap geldi:
Ne pahasına olursa olsun burada beklemekliğimiz bildiriliyordu.
Anlaşıldı:
Fedai bir İLERİ KARAKOL'duk.
Ölümle karşı karşıya terk edilmiş bir kuvvet.
Gündüz gözüne bizi görecek olan düşmanın ağzına atılmış bir yemdik.
Müdafaa Hattımıza avdetimiz, büyük hedef gösteren ve düşmanın en büyük düşmanı olan makinalı tüfek için bir talih meselesi idi.
Ben kendi nefsime, karşımda göreceğim, hem de ağır makinalı tüfekli bir kıt'ayı açık arazide ve müdafaa hattına yediyüzelli metre mesafede yakalarsam, bu küçük kıt'anın bir yokuş tırmanarak siperlerine gitmesine müsaade etmem. Her halde yarı yolda imhaya çalışır ve bunda da muvaffak olurdum, muhakkak.
Bunun böyle de olacağını biliyordum.
Pek çok kahramanlıklar göstermiş, düşmanın taburlarını tepelemiş fedakar bir kıt'a ve onun kıymetli tüfeği müdafaa hattına çekilebilecek miydi acaba?
Eğer bunu başarırsak bizim için büyük bir muvaffakıyet ve bahtiyarlık olacaktı.
Sabaha yarım saat bir şey kalmıştı.
Düşman şimdiye kadar dereden bir faaliyet göstermemişti. Şu halde bizim de Hasan Beyden uzak kalmamıza sebep yoktu.
Dereyi geçerek tepeye çıktık.
Tüfeği büyük bir kayanın arkasında mevziye soktum.
Gece, bu gün oynanacak dramın fecaatini göstermek için yavaş yavaş açılan bir tiyatro perdesi gibi sıyrılıyor, muharebe sahnesini aydınlatıyordu.
Hasan Bey koşarak yanıma geldi, diz çökerek, parmağı ile geldiği istikameti gösterip, fazla miktarda düşmanın dereden ilerlemekte olduğunu bildirdi.
Onun bu heyecanlı hareketlerinden bizi gören düşman makinelisinin ateşi altında kalıverdik.
Hasan Bey hemen yerinden fırlayarak uzaklaştı.
Artık bize, etrafı tetkik etmeye hiç bir şey müsaade etmiyordu.
Nişancının önündeki toprakları kaldıran mermiler nişancıya baş kaldırmamak için ihtarlar veriyorlardı.
Bir az sonra numara erlerim, Hasan Bey ve efradının geri çekilmekte olduklarını haber verdiler.
Onlar da çekilirken bizim burada durmamız mümkün müydü?
Ateş öyle şiddetlenmişti ki, ric'atimize mani olmak isteyen düşman, arkamızdaki dereyi çağlayan bir nehir ve ölüm girdabı haline sokuvermişti.
Ölüm ile aramızdaki mesafe belki de bir karış kadardı.
İnsan cesametinin ancak bir sinek kadar küçülebilmesi mümkün olabilmeli ki, bu huzme içerisinden ölmeden ve bir yara almadan karşıya geçebilmek mümkün olabilsin.
Karşıya geçmekte bulunan piyade efradından yaralananlar görünüyor.
Yaralananlar, yaralarının derecesini birbirlerine bağırarak siperlerimize doğru koşuyorlardı.
Numara erlerim sıçramaya başladılar.
Bir onbaşım kolundan yaralandı.
Tüfeği taşıyan Hasan Çavuş da sıçradı ve yaralanarak düştü.
Sıra bana geldi.
Gideceğim müdafaa hattımıza yüreğim sızlayarak bir lahza baktım: Oraya kadar uzanan bu tehlikeli yolu nihayete erdirebilecek miydim acaba? 
Şurada, şu derenin içerisinde yaralanarak düşüp, düşmanın süngüleri ile delik deşik olmak akıbetine uğrayacak mıydım ?
Burada, bu şartlar altında bir kurşun ile ölmek daha hayırlı idi. Yaralanıp da ölmemek ise bir talihsizlik olurdu.
Toparlandım.
İyi bir muhacim tarafından güzel bir şut ile kaleye havale edilen meşin top gibi yerinden fırladım.
Fırlamamla beraber hedefimi de buldum.
Karşı yamaca bir külçe halinde yapışarak kaldım.
Bir müddet bekledikten sonra sürüne sürüme Hasan Çavuş'a yetiştim.
Arslan yapılı bir delikanlı idi Hasan Çavuş.
Topuğundan aldığı yaranın fazla ızdırap verdiğini söyledi.
Tüfek yanında yoktu.
"Tüfek nerede?" diye sordum:
"Mustafa Çavuş alarak siperlere doğru gitti." dedi.
İlerdeki çukura kadar giderse ateşten kurtulacağını ve orada göndereceğim kimseyi beklemesini söyleyerek yeniden sıçradım.
Sıçramamla beraber ilerimdeki topraklar karışıverdi.
Kendimi tekrar yere attım.
Cansız gibi kalarak ölmüş taklidi yaptım. Beni gören bir makineli ateşine yakalanmıştım zira.
Yere yatmaklığımla bana tevcih edilen ateş de hakikaten kesilmişti.
Göğsümde sallanan dürbünümü bel kayışımın arasına sıkıştırdım. Tepeye kadar ulaşan girintili çıkıntılı sel yarmalarının bir köşesini gözüme kestirdim. Yavaş yavaş sıçrama vaziyeti aldım.
Yayından fırlayan bir ok gibi ileri atıldım.
Kandırıldığını anlayan makinalı geç kalmıştı.
Ben köşeyi dönerken tıkırtıları ancak başlamış bulunuyordu.
Selamete erişmiştim artık.
Buradaki çukurlar oldukça derin ve düşman tarafından görünmeyecek surette sık ve köşeli idiler.
Yorgun ve bitkin halde bir az sonra siperlere yanaştım.
İaşe subayı Teğmen Ali Kemal Bey koşarak yanıma geldi, koluma girerek beni bölüğe götürdü.
Durumu anlattığım zaman aşağıya sıhhiye erleri gönderilerek yaralılar aldırıldı.
Teğmen Hasan Bey de yaralı olarak sedye ile getirildi.
Yüzbaşımın, takdir makamında bana ilk sözü:
"Kefeni yırttın." olmuştu.
Halbuki bu benim ikinci def'a kefen yırtışımdı.
Muharebe ise daha yeni başlamıştı.
Bilmem ki, daha başka yırtılacak kefen bulabilecek miydim acaba?
Ne kadar büyük bir tehlike atlattığımı bu sözü ile yüzbaşım bana anlatmış bulunuyordu.
Bir az sonra da öğrendim ki; biz; cidden aklın kabul edemeyeceği bir ateş çemberi içerisinden sıyrılıp çıkmışız. Muharebelerde, bu gibi aklın kabul etmeyeceği hadiseler çok olur. Bizim başımıza gelen de şöyle cereyan etmiş:
Bizim gibi her taburdan da ileriye karakollar gönderilmiş, bize verilen emir aynen onlara da verilmiş. Gece, bizim gibi onlar da çekilmişler. Fakat tekrar ileri gönderildiğimizden onlara haber verilmemiş. Hatta bizim taburun bile haberi yokmuş.
Sabah olup da müdafaa hatlarımızdan ilerisi güzelce görünmeye başlayınca tabiatiyle bizi de görmüşler.
Bu sırada bizim tabura, durumdan habersiz olan bir hücum taburu gelmiş.
Bizler sıkışıp da çekilmeye başlayınca ve arkadan da şiddetli ateşi yiyince, hatlarımıza doğru elimizi, kolumuzu sallayarak gelecek değildik şüphesiz.
Gizlenerek, sıçrayarak, yatarak yaklaşırken bizi düşman zannetmişler bizimkiler.
Üçüncü Taburun makinalıları, bizim tabur ve hücum taburu bize dayanmışlar kurşunu.
Zavallı bizler.
Bu şiddetli sağnağın yalnız düşman tarafından yağdırıldığını zannederek, selameti kendi hatlarımızda görüp yanaşmakta ararken felakete gidiyor muşuz da haberimiz yokmuş.
Düşmana bir cihetten minnettardık: O olmasaydı biz, boy hedefi göstererek siperlerimize doğru yürüyerek, bizimkilerin de kurşunlarına kurban gidecektik.
Bu hadiseyi bana Ali Kemal anlattı.
Ali Kemal bu hadiseyi görünce derhal siperlere girerek askerlere sormuş, askerler de bizleri göstererek ateşe devam ederlerken Ali Kemal bağırıp, çağırarak gelenlerin bizim askerler olduğunu anlatmaya çalışmış.
Onlar ise: "Bakın efendim, bakın nasıl da sıçrayarak geliyorlar." diye düşman olduğunuzda ısrar ediyorlarmış.
Ali Kemal daha fazla dayanamayarak askerlerin ellerinden silahlarını zorla çekip alarak ateş kestirmeye muvaffak olmuş.
25 Ağustos.
Bu gün düşman, Yirmiyedinci Alay cephesinden taarruz ederek Türbe Tepe'yi tamamen işgal etti.
Elliyedinci Tümenin mukabil taarruzu üzerine tepe tekrar geri alındıysa da, tepenin yakınında bulunan başka küçük bir tepe düşmana kaldı.
Bu tepeler akşama kadar top ateşi altında kaldı.
Bizim müdafaa hattımız da sabahtan akşama kadar bila fasıla bombardıman edildi.
Yüzbaşımın emri ile dolma siperlere konan tüfeklerimiz ilk topçu ateşinde delinen duvar ile birlikte yuvarlandılar. Bu hali gören yüzbaşım manidar bir tebessüm ile yüzüme bakarak:
"Toprak siperlere koyunuz." dedi.

Bu emirle erlerimin asık suratları gülmeye, sönük gözleri pırıldamaya başlamıştı.
Oradan şuraya nakil sanki onlara yeni bir hayat ve sarsılmaz bir kuvvet vermişti.
Bir çukura girerek toprağa dirseklerini dayayıp, düşmana hakim bir tavır ile bakan Mehmetçikleri yerinden söküp atmak için bir kanca ile havaya çekmekten başka çare yoktu artık.
Siperlerde, benimle birlikte beş kişi bulunuyorduk. Diğer Askerler, yaptırdığım tek kişilik çukurlarında bekliyorlardı.
Düşmanın bizim cepheye taarruzu henüz başlamamıştı.
Efradımı alıştırmak için cephane ikmali talimi yaparak vakit geçiriyorum.
Bu gün sabah başlayan bombardıman akşama kadar devam etti.
26 Ağustos
Bu gün, düşmanda göze çarpan bir kaynaşma ve faaliyet var. Cephemizde tertibat almakta olduklarını görüyoruz. Taarruzun başlayacağı zamanı dikkat ve sükûnetle takip etmekteyiz.
Öğle zamanının yakıcı sıcakları geçerek güneşin ölgün bir renk ile gruba doğru yaklaşmakta olduğu bir sırada düşman, solumuzdaki tümene şiddetle taarruza başladı ve Türbe Tepeyi tamamıyla işgal etti.
Üç gündür siperlerimizi gevşek, fakat fasılasız bir şekilde döven düşman topçusunun ateşi şimdi üzerimize teksif edilmiş ve ardı arası kesilmeyen bir uğultu halini almaya başlamıştı. Bu hal, taarruzun pek yakın olduğunu bildiriyordu.
Düşman topçusu çok üstün.
Bizim Bataryaları da dinliyorum; Cebel Bataryalarımızın düşman grup ateşleri arasından aşırdığı birkaç kaçamak mermiye pür hiddet mukabele ediliyor, arkamızdaki araziyi bir hat üzerinde epey müddet dövüyor.
Toplarımızı susturmaya muvaffak olduğunu zannederek ateşini siperlerimize tevcih ettiği bir sırada bu sefer de bizimkiler bir kaç mermi daha yollayarak düşmanla eğleniyorlardı.
Bu hal böyle devam ederken siperlerimizden birer ölüm şuaı gibi fışkıran binlerce gözün keskin bakışları düşman içerilerine kadar uzanıyor, Mehmetçiklerin heybetli vücutları tunçtan birer heykel gibi siperlerimizi dolduruyordu.
Arkama baktığım zaman dolma taş siperlerin gerisini yeni yeni gelmiş askerler ile dolmuş gördüm.
Son ve sararan bir renkle güneş bize bakıyor, düşmanın taarruza kalkarak sağımızda bulunan Üçüncü Tabur siperlerine doğru koşmakta olduğunu arkadan uzanan bir projektör gibi bize göstermeye çalışıyordu.
Düşmanın, siperlere yanaşmakta olduğunu heyecanla seyrediyorduk. Eğer düşman bu taarruzunda muvaffak olur da Üçüncü Tabur siperlerine girecek olursa bizi yan ateşine almak suretiyle çok müşkül bir vaziyete sokacaktı.
Düşman ile aramızdaki mesafe düz hat üzerinde yüz metre bile yoktu. Bize kadar gelmesi için de dereyi inmesi ve sonra siperlerimize çıkması icap ediyordu. Bu mesafe dahilinde düşmanın elimizden kurtulmasına imkân yoktu.
Tüfeklerimiz birdenbire yıldırımlar yağdırmaya ve birer ölüm kamçısı gibi düşmanın suratında şaklamaya başladığı zaman siperlere yanaşan hücum kıtasının sanki birden kayalara çarpan dalgalar gibi durduğunu ve sonra şaşkın bir vaziyette siperlere gitmekten vaz geçerek bize doğru akmakta olduğunu gördük.
Bu durum bizi hayrette bırakmakla beraber o kadar sevindirdi ki, sevincimizden bağırmaya başladık. Çünkü bir kitle halinde bayır aşağı inen düşman üzerine oturtulan ateş huzmesi o derecede muvaffak olmuştu ki, bir tokat yiyen insanın yüzünü saklaması gibi kollarını başlarına siper eden bu mağrur başların şu şaşkın hallerine gülmekten de kendimizi alamadık.
Her halde bu kuvvetin ne olursa olsun imhası gerekiyordu. Aksi takdirde geceyi bunlarla, siperlerimizin önünde müziç birer sivrisinek gibi burun buruna geçirmek mecburiyetinde kalacaktık.
Aralıksız bir feveran ile şeritlerini boşaltan sevgili tüfeklerimiz düşmanı tamam ile imha etmiş bulunuyordu.
Maalesef, bu muvaffakiyetin amili bulunan şu ufak siperdeki bir avuç kahraman, düşman topçusunun gözünden kaçmadı: Bir mermi arkamızdaki duvarda pencere açtı. İkincisi siperimizin önünde, üçüncüsü de tam isabetle patlayarak tüfeği susturdu.
Her şeye rağmen düşman topçusu çok geç kalmıştı.
Zira vazife sona ermiş, taarruz da akim kalmıştı.
Tüfeğin başında bulunanlardan ben müstesna, Samsunlu Kâzım Çavuş boğazından, nişancı elinden, şerit tutan da kolundan yaralanmışlardı.
Yaralı efradıma, siperden çıkıp sargı mahalline gitmelerini söyledikten sonra tüfeğin başına bizzat geçtim. Fakat artık tüfek de işlemiyordu. İcra yayının bulunduğu taraftan o da yara almıştı. Sandık, bir yumruk kadar içeriye girerek içerdeki icra yayını eğriltmiş, işlemesine mani olmuştu. Bu durumu gören numara erleri gelerek tüfeği tamir için ustaya götürdüler.
Barut dumanı kesif bir hal almış, siperlerden on metre aşağısı görünmez olmuştu.
Bulunduğunuz yer, etekleri bulutlarla örtülmüş bir tepeye benzemişti.
Güneş, grupta bulutlar arasından süzülüp giderken moraran dağların kuytularında can çekişen bir yığın insan, akşamın yavaş yavaş inen kalın perdesi altında bu facia dramının ilk perdesini oynamış bulunuyordu.

Düşmanın, şiddet ve vahşetle saldıran bu birkaç misli kuvveti, Türk'ün kendisini müdafaa için yerleştiği siperleri önünde güneşe maruz kalan buz tabakaları gibi eriyip bitmişti.
Oynanmış bulunan dramda onların bu gülünç hallerine seyirci olarak yalnız tabiat vardı.
Güneş gülgün bir tebessüm ile uzaklaşmış, yıldızlar gözlerini kırpıştırarak gülüyorlar, rüzgâr da ellerini çırpıştırarak uğulduyor.
Sağ cenahımızda taarruzu siperlerimizin önünde kırılan düşmandan korkulacak bir hal kalmamıştı artık. Bizi en ziyade düşündüren, sol cenahımızdaki Türbe Tepe’yi işgal ederek siperlerimize sarkan düşmanın bizi tehdit eder bir hal alması idi.
Sağımızdan emin bulunduğumuz için tekmil makinalı tüfeklerimizi sol cenahımıza getirerek cephe solumuz yani doğu-kuzey olmak üzere gece karanlığından istifade ederek siper kazmaya başladık.
Çok kısa zamanda kazılan siperlere tüfekler yerleştirildi, derhal ateşe başladık.
Bir az evvel, vazifesini ifa ettikten sonra yaralanarak sükut eden tüfeğimiz ustanın tedavisi ile iyileşmiş ve ateşe o da iştirak etmişti.
İki gündür geceli gündüzlü devam eden şiddetli muharebeler bize bir kaç dakikacık olsun gözlerimizi kırpmak fırsatını vermemişti. Kendiliğinden kapanmakta olan göz kapaklarımızı zorlukla açıyor, düşünme kabiliyetini kaybederek hissiz bir hal alan hafızamızı toplamaya çalışıyorduk.
Tüfeklerin yanında kazılan yumuşak toprak yığının üzerinde kendimden geçmiş, derin ve tatlı bir uykuya dalıvermiştim.
Teğmen Naci Beyin şiddetli sarsıntıları, daha doğrusu beni sürükleyerek uyandırması olmasaydı, bu koyu karanlıklar içerisinde kalmaklığım muhakkaktı.

Gözlerimi açtığım zaman, yüzbaşının emri ile getirtilen hayvanlara cephane ve tüfeklerin acele olarak bindirilmekte olduğunu gördüm.
Yüzbaşı, sabaha pek az bir vakit kaldığından cepheyi süratle terk ederek uzaklaşmamızı emretmişti.
Tabur komutanı Süleyman Beyin yaralanarak gitmesi üzerine tabur bizim yüzbaşının emri altına girmiş bulunuyordu. Birinci Tabur Komutanı Şeref Beyin de yaralanarak gittiğini öğrendik.
Bölüğü önüme kattım, seri, fakat muntazam olarak ricate başladık.
Cepheden dört yüz metre kadar uzaklaşmıştık ki, tan yeri ağarmaya, yek diğerine zıt beyaz ve siyah iki rengin çarpışmasından titrer gibi görünen ecsamın eşkâli belirmeye başlamıştı.
Ortalık tamam ile ağardığı zaman, terk ettiğiniz hattımızın bir az gerisindeki tepelere yetişmiş bulunuyorduk.
Düşmana sezdirilmeden yapılan bu ricat cidden mahirane olmuştu.
Düşman karşısında bırakılan ufak bir kıta biz uzaklaşıncaya kadar düşmanı oyalamış ve bir az sonra da bize iltihak etmişti.

7 Haziran 2011 Salı

22 - Kütahya Muharebesi

10 Temmuz 1921
Her adımda bir az daha yaklaşan köyün toprak rengi ile maskelenmiş kerpiç binaları akşam güneşinin sarı ışıkları ile yaldızlanırken bölük de yeşil bir dağın eteğinden gür sesinin akislerini duya duya neşeli ve sert adımlarla talimden dönüyordu.
Bizden evvel köye gelen bölüklerin öteye beriye koşuşan efradının telaşlı hareketlerinden “HAZIRLIK EMRİ" verildiği anlaşılıyordu.
Emir: Başka köylerde bulunan alayın diğer taburlarının SABUNCUPINAR İSTASYONU civarında bizim bulunduğumuz FINDIK Köyünün yanındaki geniş düzlükte akşam karavanasından sonra toplanılmasını bildiriyordu.
Gece o kadar siyah ki, birer nokta halinde parıldayan yıldızlar sanki çok derinlere çekilmiş gibi görünüyorlar.
Alay, bu koyu karanlıklar içerisinde bizi meçhul bir semte çekip götüren uzun bir katar halinde dağ yollarından süzülüp gidiyor.
Her bölüğün önünde, etrafı inleten davul ve zurnaların keskin ahengine aslan Mehmetçiklerin kükreyen neşeli sesleri karışıyor.
GİDİYORUZ.
Bir düğün kafilesini andıran bu gidişte, kalplerde toplanan gurbet ve hasret elemlerini silip, yıkayan bir akış var.
Günlerce istirahatten sonra bu gece sabaha kadar yürüyen alay, zindeliğinden bir şey kaybetmemiş gibi dinç ve döküntüsüz.
AVDAN Köyünün yanındaki çamlığa girerek çam kokulu bir hava içerisinde istirahate çekiliyoruz.
Kütahya'ya yakın bir yerdeyiz.
Derinlerden işitilen top sesleri CEPHE'nin uzak olmadığını anlatıyor.
Bu gece de sabaha kadar yürüdük.
Tan yeri ağarırken taburumuz SEYİT ismi verilen bir köye girmişti.
Buralarda hava pek soğuk oluyor.
Temmuz ayında bulunduğumuz halde titriyoruz.
Bir müddet sonra güneşin uyuşturucu sıcaklığı ateşe ihtiyaç kalmadığını bildirirken taburumuz da kendisine tahsis edilen binalara yerleşmiş bulunuyordu.
14 Temmuz
Alay, köyün kuzeyindeki çadırlara nakletti.
Bölükler de siper kazmak için tayin edilen yerlere gittiler.
Biz de ARSLANAPA Köyünün batı kuzeyine düşen ve çamlı bir tepeden batıya doğru uzanan mıntıkada makinalı tüfek siperlerinin yerlerini tayin ve kazılmaları ile meşgul olduk.
Sabaha karşı tekrar Arslanapa Köyüne döndük.
Köy, ne kadar sessiz ve tenha.
Bazı evlerde, eşyasını kağnı arabasına yerleştirerek mıntıka haricine çıkmaya çalışan köylüler görünüyordu.
Bir, iki güne kadar patlayacak muharebenin barut kokuları sezilen ve düşman topçusunun hedefi olması muhtemel
bulunan bir köyde ahalinin durması icap etmezdi her halde.
Takımıma bir tepecik isabet etmişti.
Sağımda Altıncı Bölük altı yüz metre uzakta, Beşinci Bölük de solumda yüksek ve hakim bir sırtta iki yüz metre uzakta bulunuyorlardı.
Bu hale nazaran bulunduğum tepe düşman topçusunun arayıp da bulamadığı Ağır Makinalı Tüfek Kıt'asını hamil bulunuyordu.
Yanımızda da piyade olmadığı için kendimizi saklamaya da imkan yok.
Eğer topçu bizim varlığımızı anlarsa yarım saat içerisinde güzel bir hedef teşkil eden bu müstakil tepenin içine gömüleceğimiz şüphesiz. 
Bunun için gizlenmeye son derece riayet ve düşmana makinalı tüfek olduğumuzu sezdirmemeye çalışmamız gerekiyordu.
Akşam grup zamanı, pek uzaklarda sola doğru bir hayal şeklinde düşman yürüyüş kolları sık duraklamalarla ilerliyorlar ve karşısına tesadüf eden kıtalar ile aralarında top ateşi devam ediyordu.
Muharebe yarın muhakkak başlayacaktı.
Karşımızda sık çamlı sırtın gerilerinden kızıl dumanlar görünüyor. Ara sıra da muhtelif yerlerden ışıklar parlıyordu.
Gece mehtap çok sönüktü.
Yemeği, Birinci Takım mahallinde bulunan arkadaşlar ile bir parça geç yedik.
Kalplerde, pek yakın olan muharebeden endişe ve en ufak bir düşünce eseri bile yok.
Herkes gülüyor, oynuyor, subayların şen ve tatlı sesleri etrafa neşe veriyor, siperlerin bir an evvel daha ziyade derinleştirilmesi için uğraşılıyordu.
Gece yarısı oldu.
Takımıma geldiğim zaman erlerimin kendi kendilerine çalışmakta olduklarını gördüm.
Rah-ı mesturler (siperler ile cephane ikmali için geriye giden yollar) artık diz boyuna kadar gelmişlerdi.
Yarın muharebe yapılacağı efratca da biliniyordu. Boş geçirilecek bir dakika bile olmadığı anlaşılmıştı.
Bu çalışmak, nöbet ve sıra takip edilmek suretiyle sabaha kadar devam etmiş ve her iş bitirilmişti.
16 Temmuz
Düşman tarafından başlayacak olan taarruzu çimen ve yeşil fundalarla gizlediğimiz siperlerimizin bir köşesinden gözetlemekteyim.
Vaktin hayli ilerlemiş olduğunu gösteren yaz gününün kızgın güneşi altında, uyuşmuş bir yılan gevşekliği ile el an yerinden kımıldamak istemeyen düşmanın bu bekleyişine sinirleniyorum adeta.
Er veyahut geç bir çarpışma olacağına göre fazla bekleyiş insanı üzüyor.
Bulunduğumuz tepenin yan eteğinden çıkan bir süvari, süvarilerimizin geriye çekildiğini, düşmanla karşı karşıya bulunduğumuzu söyleyerek atını sürüp gitti.
Bir müddet sonra alay kumandanı Yarbay Kamil Bey yanımıza geldi. Bizi ve ilerimizdeki sahayı gördükten sonra: "Oğlum, yerini çok beğendim. Bu saha dahilinde her halde düşman taarruzu pek pahalıya mal olacaktır. Göreyim seni." dedi.
Kamil Bey uzaklaşmış, bir az sonra da bir topçu subayı yanımıza gelmişti.
Düşman artık harekete geçmiş bulunuyordu.
Karşınızda iki dağ arasındaki bir pencere gibi görünen açıklıktan geçen yürüyüş kollarının bu dağların arkalarında tertibat almakta olduklarını belli ediyordu.
Topçu subayı ile bu harekatı takip ederken gelen bir emir eri, bu topçu subayını alay kumandanının istediğini bildirdi.
Birbirimizden ayrılırken, gördüğü bu toplu hedeflerin bir topçu için bulunamayacak fırsat olduğunu söyleyerek bir an evvel ateş açılmasını rica ettim.
Elini, kolunu sallayarak geçen bu yürüyüş kolları epeyce bir zaman ateşsiz kaldı.
Topçumuzun daha sonra başlayan ateşine, düşmanın, çoktan mevzie girdiği anlaşılan bataryaları derhal cevap vermekte gecikmediler.
Öyle şiddetli bir ateş başlamıştı ki, bizden düşmana gönderilen bir mermiye mukabil, ardı arkası kesilmeyen mermi kafilelerinin üzerimizden uğultu halinde gerilere akın etmekte olduğunu görüyoruz.
Bu bol top ve cephane karşısında toplarımızın sükutu tercih etmesinin sebebi pek aşikar ve acı bir hakikattı.
Topçu düellosu yaparak boş yere mermi sarf edecek günlerde olmadığımız gibi, düşmanın mütemadi saldırışlarına elde mevcut cephanemizi yerlerinde kullanmak suretiyle de tasarruf etmek mecburiyetinde idik.
Gerilerimizi döven düşman topçu ateşi kısala kısala hatlarımız üzerinde kümelenmeye başladı.
Taarruz başlamıştı artık.
Düşman avcı hatları birbiri arkasından pek çok kademeler halinde ilerlemektedir.
Mesafe uzak.
Tesirli ateş altına girmelerini bekliyorum.
Bununla beraber, düşmanın harekatını gözümüzden saklamaya çalışan insan boyundaki mısır tarlaları fazla beklememize mani oluyor.
Sabrım tükenmeye başlamıştı.
Dört yüz metreye kadar bekleyemeyerek, beş yüz nişangahı ile tüfeklerime “ATEŞ.” emrini veriyorum.
Bu ateş öyle yerinde bir zamanda açılmış bulunuyordu ki, düşman avcı hatları ekin tarlalarına elli metre mesafede siyah ve geniş bir kurdele şeklinde bize paralel uzanan saha üzerinde bulunduklarından, kuru topraklardan yükselen tozlar, mermilerimizin bu avcı hatları üzerine oturtulmuş olduğunu gösteriyordu.
Ani ölüm yağmuruna tutulan avcı hatları ileriye bir adım atmaya muvaffak olamayarak oldukları yerlere yatıverdiler.
Ufak tefek sıçramalara bile fırsat vermeyen nişancılarım talim meydanında nişan talimi yapar gibi ateşlerini idare ediyor, kıpırdamak isteyenleri yerlerinde çivilemeye muvaffak oluyordu.
Ne çare ki bu durum düşmanın gözünden kaçmamış, bir mermi soldaki tüfeğin yaslandığı köşeye çarparak efradı ile birlikte siperin içerisine yuvarlamıştı. Fakat numara erleri ile tüfeğe bir şey olmamıştı. Hatta tekrar ateşe bile başladılar.
Birdenbire, siperlerimizi kaplayan bir kurşun yağmuruna tutuluverdik. Bu şiddetli ateş sol ilerimizden geliyor, bir kısım siperlerimizin arka şivlerinde toz kaldırıyordu.
Ateşimize, tam zamanında sekte verdirmeye muvaffak olan bu düşman makinalısını dürbünümle aradım ve sol ilerimizde buldum: Bizim seviyemizde, fundalıklı sırtın hattı balasında bulunuyordu.

Tüfeklerden birisini derhal o tarafa tevcih ettim.
Düşman makinalısının ağzı tıkanmıştı.
Geri kaçışmalar görünüyor.
Bu sırt, beşinci bölüğün tam cephesine tesadüf etmektedir.
Bu sırada, tüfeklerini omuzlarına dayamış bir düşman bölüğünün bölük kolunda "Marş Marş"la sırttan aşağı inmekte olduğunu gördüm.
Bu iniş, sahili bulamadan sönen köpüklü dalgalar gibi ateşimiz altında eriyiverdi.
Tüfeklerimiz, oradan, buradan çıkan her yeni hedefe ateş yetiştirmekle meşgul.
Etrafımızı görecek halde değiliz.
Cephemizdeki avcı hatlarında her taraftan sıçramalar başladı.
Gerilerden gelen kesif düşman hatları durmadan işleyen tüfeklerimizin ateşi altında inatla ilerliyorlar.
Uzun müddet hareketsiz duran, yere yattıklarını zannettiğimiz ilk sıraların, bir sürü ölü olduğu anlaşıldı. Gerilerden gelip onları geçen avcılara refakat etmek nezaketini göstermiyorlardı zira.
Ekin tarlasına hudut bulunan bu siyah topraklı saha, tüfeklerimiz tarafından biçilen insan tarlası halini almıştı. Artık düşman topçusu, tam bir makinalı tüfek kıtasına tahsis edildiğini anladığı bu küçük tepeyi ortadan kaldırmak ister gibi bütün ateşini bize çevirmişti.
Sağımızdaki çamlı sırtta bulunan altıncı bölüğün safları arasında çarpışan bölüğümüzün birinci takımına bakıyorum, onlar da aynı vaziyette: Top ateşi altında bunalmış, ileri ve geri hareketlerle mevzi değiştirmek ile meşguller.
Düşmanın, bitip, tükenmek bilmeyen avcı hatları nihayet her taraftan sıçramalarla yaklaşmaya başlamıştı.
Şarapnel ve makinalı tüfek ateşi altında bulunduğumuz halde ateşimizin şiddetini bir an bile eksiltmiyorduk.
Öyle bir zaman geldi ki, bir az evvel, arayıp bulduktan sonra kaçırdığımız düşman makinalısının başka bir yerden çıkarak bizi hırpalamasına ehemmiyet bile vermiyor, kendi cephemizden başka bir şey düşünmüyorduk.
Bütün gayretimiz: Düşmanı, önümüzde bulunan tepeciğin ölü zaviyesine sokmamaktı.
Fakat ne çare ki, iki tüfeğin saatlerce süren şanlı müdafaası, solumuzda bulunan yüksek bir sırttaki beşinci bölüğe düşmanın çıkması üzerine sarsılmıştı.
Düşman oraya çıkınca bize hakim bir durum almıştı.
Siperlerimiz, şiddetli bir yan ateşine alındı.
Tüfeğin biri ile, siperin koltuk teşkil eden yerinden bizi ve cephane kademesini tehdit eden bu tepeye ateşe başladık. Böylelikle diğer tüfeğimizin de mümkün mertebe ateşe devamını emniyete almış bulunuyorduk.
Bu muvaffakıyetimize düşman topçusu çıldırmışcasına etrafımızı delik, deşik ediyor, bizi her an tam bir isabet ile karşı karşıya bırakıyordu.
Yalnız, düşman topçusunun "DANE" yerine şarapnel kullanması, gömülmek tehlikesini azaltıyordu. Ara sıra siperlerimizden beş on metre açıklara düşen danelerin seyrek atılışı karşısında sevinç de duymuyor değiliz bu yüzden.
Bizim parçalanmamızın gecikmesi şüphesiz ki, düşmanın hücum dalgalarındaki zayiat miktarının artmasına yarıyordu.
Düşman nihayet ekin tarlasına girdi.
Önümüzdeki tepeciğe yetişmek üzereler.
Saat, akşamın dördü.
Yedi saatten beri durmadan muharebe ediyoruz.
Düşman, taarruza kalktığı yerden önümüzdeki tepeciğe kadar olan bir kilometrelik mesafeyi bu müddet zarfında almış bulunuyor ki, bu hal, verdiği zayiatın ve gördüğü müşkülatın derecesini ifade etmeye kafi gelir.
Öyle bir an geldi ki; beşinci bölüğe çıkan düşmanın arkamıza sarkmak teşebbüsünde bulunduğunu ve düşman makinalılarının siperlerimizi şiddetli ateş altına aldığını ve önümüzdeki düşmanın ölü zaviyemize girerek bulunduğumuz sırta tırmanmakta olduğunu, topçunun ise siperlerimiz üzerinde ve cephane kademesinde toplanan ateşinden, cephane ikmalinin gayri mümkün bir hale geldiği ve sağımızdaki altıncı bölüğün de ricate başladığı görünüyor.
Diğer takımda olduğunu tahmin ettiğimiz yüzbaşıdan emir almak üzere emir erini gönderiyorum.
Şu anda piyade silahının iş görebileceği bu yerde yanımızda piyade olmadığım için bulunduğumuz tepeye tırmanmakta bulunan düşmana ne ile karşı koyacağız?
Makinalı tüfeğin, ayağa kalkarak sırtın göğsüne ateş etmesine imkan yok ki.
Savuracak bombamız da yok.
Her şeye rağmen vakit kaybedecek durumda da değiliz.
Giden emir erinin avdeti de uzamakta.
Yüzbaşımın ise ne olduğu ve ne durumda bulunduğu bizce meçhul. Emrin, gelmemek ihtimali de var.
Binaenaleyh, burada daha fazla durmak bir fayda temin etmeyecek. İlerde daha çok hizmetler görebilecek olan takımımı her geçen dakika, göz göre göre mahvına yaklaştırmaktaydı. Bu durum karşısında kararımı veriyorum: Arkalarımızda, bulunduğumuz yere hakim bir sırt var.

Oraya çekilmek, çekildiğimiz bu yere oradan ateş etmek.
Tüfek başında bulunan Ordulu İbrahim Çavuş, düşmanın, yanlardan siperlere girmek üzere olduğunu haykırıyor.
Tüfekler derhal sökülerek siperlerden fırlıyoruz.
Cephane kademesini geçip de sırta doğru ilerlerken düşman da siperlerimizden bize ateş etmeye başlamıştı bile.
Tatlı meyilli ve arızasız bir arazide boy hedefi göstererek gerideki tepeye yetişmeye çalışan takımım hiç zayiat vermedi. Hatta, kızgın güneş altında koşmaktan kesilen ve "Ne olursa olsun" gibilerden yerde oturmayı bile göze alan nişancıyı, diğer bir er ile getirtmek için geçirdiğiniz müddet zarfında kümelenen kurşunların isabetsizliği de şayanı hayrettir.
Tepeye çıktığımız zaman karşımızda alay kumandanı Kâmil Bey, yaveri İsfendiyar Bey ve bir kaç subay ile karşılaştık.
Alay kumandanı, tüfekleri derhal mevziye sokarak terk edilen siperlere ateşe başladığımı memnun bir çehre ile takib ediyordu.
Bir aralık kulağımın dibinde gürleyen sesini işitiyorum: "Ne dolaşıyorsun ayakta? Öleceksin şimdi. Gir şuraya." Bu sert ve kesik cümleler beni olduğum yerde bir an durdurdu. İşitme kabiliyetini kaybetmiş, veya saatlerce bu seslere alışkanlık husule getirmiş bir hal almış olan kulaklarım birdenbire açılmış gibiydi sanki.
Bir duvar saatinin muntazam tıkırtıları karşısında kulakların bir zaman bu sert darbeleri hazmederek takip edememesine benziyor bu.
Kumandanın gösterdiği yere atladım.
Derin bir siperdi burası.
Boyum yetişmiyor, dışarısını göremiyorum.
Dışardaki gürültüler, üzerime kapanan bir kapı arkasından işitilen sesler halini almıştı.
Bazı konuşmalar arasında şu kelimeler kulağıma fısıldanır gibi olmuştu: "Kumandanım, makinalı tüfeklerin buraya gelerek ateş açmaları bir az sonra burayı top ateşi altında bırakacağından ..," cümle bitirilememişti. Bir seri ateş altında kalıverdik. Arkadan bir daha.
Dışarısı, siyah bir duman tabakası altında kayboldu.
Tüfeklerim ne olmuştu?
Onları ne durumda bulacağım acaba?
Kendimi siperden dışarıya nasıl attım bilmiyorum.
Hayret.
Her iki tüfek de sapasağlam ve ateşe devam ediyorlardı.
Rüya görüyorum zannettim bir müddet.
Kendimi kontrol edip de rüya görmediğimi anlayınca sevincim sonsuz oldu.
Tüfeklerimin arasındaki mesafe bir az fazla olduğundan birer birer yanlarına giderek ateşimizi altıncı ve biraz da beşinci bölüklerimizin siperlerine taksim ettim. Ara yerdeki bir tümsek arkasına da yattım.
Etrafımda kimseler yoktu.
Top ateşi, gruplar halinde devam ediyor.
Bir aralık yanıma yatan bir kaç asker ile birinci tabur komutanı Yüzbaşı Refik Beyi gördüm.
Refik Bey, çok muhterem bir komutandı.
Tatlı lisanı ve o kibar tavrı ile hatırımı sorarak vaziyetim hakkında malumat aldı.
Fazla konuşamadık.
Yanında getirdiği çavuş başından yaralanmıştı.
O, kahraman ve iyi kalpli komutan Refik Bey, cebinden çıkardığı mendili ile çavuşun yarasını sarıyor ve aynı zamanda ona acısını unutturacak tatlı sözler söylemekten de geri kalmıyor, cesaret vermeye çalışıyordu.
Bana dönerek:
"Ben gidiyorum Safa. Tabur komutanı olmak sıfatı ile de sana emrediyorum: Tüfeklerini geri çekeceksin."
dedikten sonra yanındaki askerlerle geriye sıçrıyor.
Bu sıçrayışı, düşmanın bir seri grup ateşi takip etti. Ortalık, yeniden koyu dumanlara bürünüverdi. Refik Bey ve askerleri de bu koyu dumanlar içerisinde kayboldular.
Burada, bir yanardağ halini alan tepenin üzerinde bütün takımımın bir az sonra yok olması muhakkak.
Geriye çekilmekle ne olacak?
Geride ne var sanki?
Nereye gideceğim?
Bu düşünceleri muhakeme ederken "çekilmek" kelimesinin delalet ettiği mana tereddütümü gideriyor, artan cesaret ve ümüdime bir az da sevinç katıyordu.
"Gerilerde bir şeyler oluyordu demek ki."
İlk grup ateşini müteakip dumanlar arasından çekilmek ve bu suretle de diğer grup ateşleri başlamadan uzaklaşmak düşüncesi ile birinci grubu müteakip emrimi beklemeden derhal ateş keserek geri çekilmelerini askerlerime bildirdim.
Bir az sonra ilk dumanlar arasında uzaklaşmış bulunuyorduk.
Düşman, çekildiğimiz tepeyi döve dursun.
Geride gördüğüm vaziyet, sabahtan beri devam eden muharebenin sinirler üzerindeki etkilerini bir anda gidermeye kafi gelmişti.
Koşuyorduk.
Öyle bir koşuştu ki bu, neşe ve ümit dolu bir kalbin en son coşkunluğunu taşıyor.
Zira koştuğumuz yer, muntazam bir cephe ile düşmana göğüs geren kahraman Mehmetçiklerin yanı.
Biz orada kendi kendimize düşman ile çarpışırken geride, cephe tamamiyle batıya müteveccih olmak üzere bir hat mevcut bulunuyordu.
Tüfeklerimizi, piyadelerin arasında hemen mevziye sokarak, tam cepheden vuran akşam güneşinin kamaştırıcı ışığı altında ateşe başladık.
Tüfeklerimizin, cepheye girer girmez sürekli ateşe geçmeleri, yanımızda mevzi almış bulunan piyadeleri
coşturmuştu: piyade ateşi, onbaşı ve çavuşların nişan talimi yapar gibi hep birden: "DOLDUR", “NİŞAN AL", "ATEŞ." kumandası ile devam ediyordu.
Bu disiplinli ateş idaresi bütün cepheye sirayet ederek iyi bir tesir meydana getirmişti.
Ne güzel bir muharebe duruş ve yapışı idi bu.
Piyadelerin, makinalı tüfeklere karşı besledikleri sevgi bu anda çok büyüktü.
Suları buhar halinde fışkıran tüfeklere her asker matarasındaki suyu seve seve boşaltıyordu.
Arkada, Arslanapa Köyünden "MARŞ MARŞ"la ve muntazam bir şekilde bizi takviyeye gelen bölükler göründü.
Bunlara, düşman topçusu üzerimizden ateş yağdırıyor.
O esnada yüzbaşı da yanıma geldi.
Birinci takım subayı Şerafettin Beyin yaralanarak gittiğini, tüfeklerden birisinin de efradı ile gömüldüğünü teessürle öğreniyoruz.
İşte tam bu sırada sol cenahımızda cephemizi amuden kat ederek Arslanapa Köyüne doğru uzanan yuvarlak bir sırtın üzerini köyün yakınlarına kadar kaplamış ve bir tabur kadar tahmin edilen, aynı zamanda karmakarışık koşuşan bir insan sürüsü göründü.
Bu, karmakarışık koşuşan kitlenin başında, köyü göstererek ilerleyen bir subay var.
Dürbünümü bunlara çevirerek bakıyorum ve hayretle haykırıyorum:
“DÜŞMAN”
Hiç ümit edilmeyen bir zamanda bu kalabalığın düşman olması bizi yerimizden fırlatıyor.
Tüfekleri, cepheden geriye derhal çekerek cephe solumuz olmak üzere ve sabit nişangah ile ateşe başlıyoruz.
Ani olarak başlayan ilk ateşle mahvedici müthiş tesir de kendisini gösteriyor: Bu kalabalık sırtta boşa gitmeyen mermiler, ileriye doğru atılan düşman adımlarını bir anda geri çeviriyor.
Yanımızda, büyük bir ağacın gövdesine yaslanmış oturan tabur komutan vekili binbaşı Zeki Bey bulunuyor.
Üzerinden düşmanın geçtiği bu sırtın eteklerine yaslanmış, bir bölük kadar toplu kuvvetimiz var.
Bu bölük, sırtın yuvarlak olması dolayısiyle on, onbeş metre kadar önünden geçmekte bulunan düşmandan habersiz bulunmaktadır.
Zeki Bey bu hali görünce bir er ile haber göndererek önündeki düşmanın ricat hattını derhal kesmesini bölüğe
bildirdi.
Bölük, emri alır almaz, esen rüzgarın tesiri ile dalgalanan bir duman gibi sırta doğru yükseldi ve bir hamlede düşmanı ikiye ayırıverdi.
Kaçamayanlar bölüğün eline düşüyor, kaçmakta devam
edenler de Tüfeklerimizin takip ateşi altında biçiliyorlardı.

Verilen raporlardan anlaşıldığına göre, düşmanın bu yarma hareketi bir tabur kadar zayiat ile neticelenmiş ve taarruz da bu suretle kati olarak durdurulmuştu.
Alay komutanı Kamil Bey yanımıza gelerek:
“Evlatlar, yaptığınız bu muharebe hepimizi memnun etmiştir.
Takımının, tekmil efradının birer derece terfilerini yazınız. Bu hizmetinize mukabil siz de yerinizi dördüncü makinalı tüfek bölüğüne terk ederek Arslanapa köyüne giderek istirahat ediniz." emrini verdi.
Dördüncü makinalı tüfek bölüğü o zaman yüzbaşı, bu
gün general olan Hulusi Beyin emri altında idi. Yerimizi
kendisine terk ederek köye geldik.
Muharebe meydanında bir makinalı tüfek kıtasının alay komutanı emri ile istirahate çekilmesi, hizmetinin derecesini göstermeye kafi gelir
her halde.
Bölükte, yedekçilerden başka rütbesiz asker kalmamış, onbaşılar çavuş, askerler de onbaşı olmuşlardı.
Bölüğümüz, onbaşı-çavuş bölüğü olarak tanınmıştı.
Arslanapa köyüne gelerek Kargir Cami'ne yerleştik.
Efrad da, bir az evvel yüzlerce düşmanı tepeleyen tüfeklerini seve seve temizlemeye koyuldular.
Köy kurşundan masun değildi.
Aşan kurşunların duvarlara saplandığı, sokakda toz kaldırdığı görünebiliyordu.
Bir müddet sonra karanlık bastı.
Caminin yanındaki bir odada tenekeden lambanın titrek gölgeli ışığı altında bekliyoruz.
Birdenbire kapı açılıverdi, ıstırap ifade eden "AH"ı müteakip yarı yana meyyal bir vücudun sallanarak, yerdeki kilimin üzerine yığıldığını gördük.
Altıncı bölük komutanı Sürmeneli yüzbaşı Mustafa Bey idi bu.
Derhal koştuk ve lambayı yüzüne yanaştırdık. Çatılan siyah kaşlarının öyle kıvrılışları vardı ki, ıstırabın derecesi ancak bu kadar açıkça ifade edilebilirdi.
Sarmak için, yarasının nerede olduğunu sorduk. Kasığını göstererek sardırmamakta ısrar ile bizden sadece beş dakikacık istirahat istedi.
Bir bardak süt buldurarak içirdik.
Tabur ricat için emir almış olduğundan kendisini terk ederek biz de bölüğümüzün başına geldik.
Yüzbaşı Mustafa Bey tedavi edildikten sonra sapasağlam olarak tekrar kıtasının başına gelerek İstiklal Harbinin sonuna kadar bulunmuştur.
Alayımız, bir gün, cephe gerisine istirahata çekildiği zaman Mustafa Bey de bölüğüne avdet etmişti.
Kendisini ziyarete gittim.
Beni görür görmez yerinden fırlıyarak koştu ve boynuma sarıldı. Sulanan gözlerini gözlerime dikerek:
"Beni, hayata ve aileme iade eden sensin. Sana hayatımı borçluyum ben Safa." dedi.
Ben şaşırmış, hayretle yüzüne bakıyordum. Zira, tedaviden yeni avdet eden yüzbaşının sinirlerinden bir lahza şüphe etmeye başlamıştım.
Fakat harekat ve ciddiyeti de itimat telkin ediyordu. Latife yapmadığına da emin olduktan sonra kendisinin hayatını kurtaracak bir hizmette bulunduğumu hatırlamadığımı söyledim.
Yüzbaşı, sakin bir tavır ile macerasını anlatınca boynuma sevinç ve sevgi ile sarılmasının sebebini anladım; yüzbaşı Mustafa Bey Çamlı Sırt'ta yaralanıyor. Bir müddet yerde sürüne sürüne uzaklaşmaya çalışıyor. Kısa zamanda takati kesilince olduğu yerde kalıyor.
Düşman da, siperlerden ilerlemeye başlıyarak kendisine doğru yanaşmakta iken şiddetli bir makinalı tüfek
ateşi onları tekrar geriye püskürtüyor.
Bu makinalı tüfenk ateşi başı üzerinden uzun müddet devam ediyor. Düşman, yerinde tesbit edildiği için tekrar ve güçlükle sürünmeye gayret ediyor.
Fakat bir az daha ilerledikten sonra kımıldamaya mecali kalmadığını görerek kendisini talihe terk ediyor.
Karanlık da basmak üzere.
Her an, kendisini süngülemeye gelecek düşmanı heyecan ile beklemeye başlıyor.
Tam o sırada, çalılıklar arasından bir hışırtı işitiyor. Bir karaltı, bir kaç metre uzağında durarak yavaşça eğilip bir kibrit yakıyor. Kibrit ışığı, serpuş'un ön kısmındaki ay yıldızı ümitsiz yüzbaşının heyecandan büyüyen gözlerine aksettirince askeri tanıyor, sevinçle haykırıyor.
Asker, yüzbaşıyı sırtına alarak Cami'ye getiriyor.
Yüzbaşı, gözlerini, odasının penceresinden karşıki fundalı sırtlara dikmiş, bu korkunç anı tekrar yaşıyormuş gibi, hayata bir az daha bağlı, neşe saçan parlak gözlerini bana dikerek:
“O sendin Safa, Sen." diyor.
İşte, o günkü muharebede bilmeyerek kıymetli bir bölük komutanını bu suretle düşman kucağından, düşmanı yerinde tesbit olmaya mecbur ederek çekip almış, yukarıda anlattığım gibi camide kendisi ile tekrar karşılaşmış bulunuyordum.
Birinci tabur komutanı olup, yanımda yaralı bir çavuşun başını sardıktan sonra geriye sıçrayan ve grup ateşinin d
umanları arasında kaybolduğunu bildirdiğim kahraman ve çok kıymetli yüzbaşı Refik Beyin de (şimdi yüksek rütbeli bir subaydır) orada aldığı bir yara ile geriye gittiğini işittim.
Karanlık gecenin göğsünde gümüş bir yay şeklinde parlayan ay yavaş yavaş yükselirken caminin yanında toplanan taburumuz de bilahare kendisine iltihak etmek üzere düşman karşısında ufak bir kıta terk ederek muntazam bir şekilde harekete geçmiş bulunuyordu.

31 Mayıs 2011 Salı

21 - Garp Cephesi Kumandanı İsmet Paşa Tarafından Tümenimizin Teftişi

21 Mayıs 1921
Sabuncupınar istasyonu civarında bulunan tümenimizin Garp Cephesi Kumandanı İsmet Paşa tarafından teftiş edileceği bildirildi.
Böylelikle İsmet Paşa'yı ilk def'a olarak burada yakından tanımak fırsatını elde etmiş olduk.
Çok genç ve dinç bir kumandan idi.
Kalpağını sol kulağı üzerine yatırmıştı.
Bastığı yerleri adeta titreten sert adımlarla ve bizlere paralel yürüyüşü ile kıt'amızı baştan başa kat ederek mütebessim bir çehre, içi gülen gözlerle ve icab ettikçe hatır sorarak teftişini nihayete erdirdi.
Teftişin bitiminden bir müddet sonra da Paşanın, bütün subayları yanına istediği bildirildi.
Toplanarak bir hilal şeklinde önünde mevki aldık.
Kendisi yüksekçe bir yere çıkmıştı.
Zeka dolu  gözlerini bütün Subayların yüzlerinde
gezdirerek şu mealda bir konuşma yaptı:
"On beşinci tümeni fevkalade buldum.
Allahın izni ile sizlerden beklediğimiz muvaffakıyet ve muzafferiyetlerinize muharebe meydanlarında şahit oluruz.
Yalnız, şunu söylemek isterim: edindiğimiz malumatlardan anlaşılmış bulunuyor ki; çarpışacağınız düşmanın kendisine mahsus garip bir hasleti vardır. Bu da, muharebe esnasında şiddetli yaygara ve gürültü ile hareket etmeleridir. Böyle yapmakla herhalde maneviyat bozacaklarını zannetmektedirler. Bu gibi gülünç hareketlere sureti kat'iyetde ehemmiyet vermeyeceksiniz.
Yaygara ve gürültü koparan bu düşmanınızı on metre mesafeden karşılıyacaksınız.
Bu şekildeki bir ikazım şu anda sizlere basit görünebilir. Fakat muharebe esnasında bu gibi hareketler karşısında en ufak bir ihmal, çok kötü neticeler meydana getirebilir.
Titizlikle üzerinde duruyor ve ehemmiyetle bir daha ikaz ediyorum: bu çapulcu manevralarına kendinizi ve efradınızı şimdiden hazırlayınız. Onları on metreye kadar muhakkak bekleyiniz.
Muharebe esnasında bu gibi manevralara aldananlar, ihmal edenler can kaygusuna düşerler, vatani vazifelerini ihmal ederler.
Böyle bir duruma sebep olacak arkadaşları şiddetle cezalandıracağımı kat'iyetle bildirerek işin ehemmiyetini bir kere daha hatırlatmak isterim."
İfade bakımından bu son cümle bütün subay arkadaşlar arasında şok tesiri yapmıştı. Yüz adalelerinin kasılarak ifadenin bir anda değişiverdiği alenen belli olmuştu.
Dudakların yerine yüz hatları konuşuyordu:
"Yarı okşayan, yarı tehdit eden bu sözler bizleri müteessir etti. Çünkü biz, işgal edilmiş bir memlekette düşman askerleri ile karşılaşmış ve derhal silaha sarılarak yeniden bölük, tabur ve alaylar teşkil etmiş, sonra da muharebeye iştirak için gece gündüz yürüyerek Ankara'ya gelmiş, tam teçhizatlı ve arslanlarla dolu bir tümenin subaylarıyız.
Karşımızdaki düşman sürülerinin yaygara ve gürültülerine aldanacak, onların uzaktan gelen seslerinden korkarak savuşup gidecek insanlar mıyız ki, on metreden karşılamamız şiddetle emrediliyor?" deniliyordu sanki.
Bu canlı ifade değişikliği ve şekli İsmet Paşa'nın o zeka kıvılcımları ile dolu gözleri tarafından bir anda tespit edilivermişti.
Tekrar konuşmak lüzumunu hissettiği zaman öyle mahirane ve okşayıcı kelimeler kullanarak son cümlesini yeniden açıkladı ki, o zamanki körpe dimağımın bu açıklama ihtiyacını seziş ve anlayışına el an hayret ederim.
İkinci konuşması kısa fakat çok kuvvetli ve gönül alıcı olmuştu.
Konuşmasının sonunu şöyle bağladılar:
"Bu yaygaralar, şüphesiz ki sizlerin süngülerinizle susturulacaktır. Onlar, Türklerin karşısına çıkmaktan ziyade uzaktan bağırıp çağırma usulüne baş vurmayı münasip görmektedirler."
İçi gülen gözlerini gözlerimize dikerek:
“Sizlere söz veriyorum: bu tümeni İzmir garnizonu yapacağım." vaadinde bulundular.
Konuşmasının bu son cümlesi bu sefer hepimizi sevindirmişti.
Gözlerimizde tüten İzmir'in hayali ve ona garnizon olabilmek gururu ve sevinci içerisinde kendisinden ayrıldık.
Aşağılarda arz edeceğim harp hatıralarımda Paşa'nın dediği gibi düşmanı değil on metreden karşılamak, bu mesafeyi "BİR KOL" kadar kısaltmış bulunduk.
İsmet Paşa o günkü vaadini, tümenimizi İzmir garnizonu yapmak suretiyle yerine getirmiştir.
O zamanki genç ve dinç kumandan bu gün ihtiyar bir kaplan duruşu ve ileriyi gören duyuşu ile yine memleket ve millet işlerine kendisini hasretmiş bir durumdadır.
Vatan ve millet için çalışanları Allah bu milletin başından eksik etmesin.

22 Mayıs 2011 Pazar

20 - Cepheye Hareket. Ankara'ya Muvasalat. Ziya Hurşit'e Tesadüfüm

Bir ay devam eden çetelerin takibinden sonra artık istirahati hak etmiştim.
Samsun'a geldim.
Tümen Kumandanı Veysel Bey'den Samsunda kalmak üzere on beş gün izin aldım.
Bir kaç gün sonra da Takip'de üşütmek neticesi hastalandım. İznimin uzatılmasını tümen kumandanından rica ettim, uzatıldı.
İznimin bitmesine bir kaç gün kala tümenimizin cepheye hareket emri almış olduğu söylenmeye başladı.
Bir gün, dayımın mağazasında otururken Altıncı Bölük Komutanı Sürmeneli Yüzbaşı Mustafa Bey ile Samsunlu Hacı Hikmet Zade Yedek Subay Bekir Bey geldiler; "Havza'ya kadar bir yaylı araba tutarak üçümüz birlikte gidelim." dediler. Memnuniyetle kabul ettim.
Ertesi günü erkenden hareket ettik.
Çakallı köyüne geldiğimiz zaman Taburların hareket etmiş olduklarını öğrenerek Kavak nahiyesine geldik.
Taburlar Kavak'ta idiler.
Yaylı ile geldiğimizi gören tabur komutanı: "Madem ki altınızda bir araba var, Havza'ya sürün. Orada taburların bölüklerine konak hazırlayın. Hanlara, odalara işaretler koyun. Taburlar gelir gelmez muntazaman yerleşsinler.” dedi.
Havza'da taburlar gelinceye kadar bu işleri rahat rahat yaptık.
Burada bir gün istirahat verildi.
Havza'nın, Banyo'lara giden yokuşunun dibinde bir kahvehane vardı. Kahvehaneye bitişik bir odada arkadaşlarla birlikte oturuyoruz. Bölük komutanımız da içeriye geldi. Bir iskemleye oturduktan sonra o kadar insanın içinde bana hitaben ve yekten: "Sen izin alırsın, sonra da temdit ettirirsin öyle mi? Bak ben sana ne yapacağım. Seni, harpte harcayayım da gör." diye sinirli hareketlerle söylenmeye başladı.
Bu düşüncesiz sözler karşısında aksi bir mukabelede bulunmayı lüzumsuz buldum. Bununla beraber şunları söylemekten de kendimi alamadım:
"Siz, Çakallı'da oturup istirahat ederken ben dağlarda karların içerisinde Pontus çeteleri ile uğraştım. Sonra da şurada benim on gün istirahat alarak dinlenmiş olduğumu neden hoş görmüyorsunuz?"
Sesini çıkaramadı ve çıkıp gitti.
Bu muhavereyi bir köşede dinleyen sivil bir bey bana yaklaşarak:
"Ben, Kavak Nahiyesi Müdürü Murat. Oğlum, bu sözlere kapılarak sakın müteessir olma. Hiç kimsenin hayatı başka birisinin elinde değildir. Sana bir şey yapamaz o. Senin hayatın eğer onun elinde ise bırak o hayat da olmayıversin. Vatan ve Millet için Harb'e gittiğini hiç bir zaman unutma. Hatırından çıkartma. Vazifeni yap, geri tarafını Allahına bırak. O, seni korumasını bilir."
Trabzon eşrafından olduğunu öğrendiğim bu asil ve mert nahiye müdürü bana güzel bir ders ve cesaret veriyordu.
Bir az evvel bölük komutanının sözlerinden duyduğum derin teessürü bir anda sildi ve temizledi.
Merzifon, Çorum ve Sungurlu tarikiyle
Yahşıhan'a geldik.
Yahşıhan'da, Ankara'ya bağlı bir tren
hattı vardı. Taburların, bir kısım ağırlıkları ile efrat, vagonlara yerleştirildi.
Ankara'ya geldik.
Camilere ve bazı hanlara muvakkat bir
zaman için taburlar taksim edildi.
O zamanki Ankara küçük bir vilayet merkezi idi.

Vilayet Konağının önünde gayri muntazam bir meydan, meydanın karşısında da sandalyeleri sokaklara sıralanmış bir kahvehane var.
Arkadaşlarımdan ayrılarak kahvehanenin olduğu tarafa doğru yürüdüm.
Sandalyelerden birisine oturmuş, diğerine bir kolunu dayamış ve diğer kolunu da dipçiği yere gelmek suretiyle amuden duran tüfeğinin namlusuna dayamış, yani üç sandalyeyi işgal etmiş bir genç ile göz göze geldik.
Beni görür görmez o derhal yerinden fırladı:
"Safa."
"Ziya."
Trabzon Sultanisinde (Lise) aynı sınıfda okuduğumuz arkadaşlardan Hemşinli Ziya idi.
Yani: ZİYA HURŞİT.
"Bune kıyafet, bu ne vaziyet Allahını seversen? Şehrin içinde, kahvenin önünde silahlı olarak oturabiliyorsun demek? Yoksa Kuvay-ı Milliye'den misin?" dedim.
Güldü.
Kahkaha ile güldü hem de.
"Ben, mebusum Safa." dedi.
"Ne, Sen mebus musun? Nasıl olur? Seninle benim ne farkımız var? Bu yaşta seni mebus yaparlar mı? Henüz yirmi iki yaşındayız, alay mı ediyorsun?"
Çok şen bir gençti.
Öyle bir gülüyordu ki.
Beni yanına oturttu.
"Epeyce hizmetim var Safa. Bunun için beni mebus yapmak istediler. Bu sebepten yaşımı büyültmeye mecbur oldum. Anladın mı şimdi işin iç yüzünü?" dedi.
"Anladım Ziya, anladım." dedim.
Evet, sen koskoca bir mebus. Ben ise harbe gitmek üzere Ankara'ya gelmiş çocukluk arkadaşın, yedek asteğmen Safa. Allah sana, Büyük Millet Meclisi'ndeki vazifelerinde muvaffakıyet, bize de cephelerde düşman ile muzafferiyet ile çarpışmak nasib eylesin.
Kalktım, vedalaşarak ayrıldım.

Arkadaşlar, bir az ileride kahvehanenin önünde bir masanın etrafına oturmuşlardı.
Yanlarına geldim.
Daha henüz oturmuştum ki, karşımıza uzun boylu, siyah bir pardösü giymiş, mavi gözlü, çok sevimli, güler yüzlü ve bir bakışla insana hürmet ve saygı telkin eden sivil bir şahıs geldi.
Mütebessim bir çehre ile bizi süzdükten sonra;
"Ben, tümeninize yeni tayin edilen ŞÜKRÜ NAİLİ." diyerek kendisini taktim eder etmez derhal ayağa kalkarak hürmetle selamladık.

O da yanımıza oturdu.
Hepimize birden çay, kahve ısmarladı.
Bizlerle bir müddet görüştükten sonra kalktı:
"Serbest oturun, istirahat edin." diyerek ellerimizi ayrı ayrı sıktıktan sonra uzaklaştı.
Samsun'dan tümen kumandanımız olmadan gelmiştik.
Şu bir kaç dakika içerisinde bizi kendisine derin bir hürmet ve sevgi ile bağlayan, mütevazi bir tümen kumandanı ile görüşmekten duyduğumuz memnuniyeti büyük bir sevinç ile izhar ediyor, Allah'a, bize böyle bir tümen kumandanı gönderdiğinden dolayı ne kadar teşekkür etsek, sevinsek azdır diyorduk.
Miralay (Albay) ŞÜKRÜ NAİLİ Beyin bu babacan hareketi tümenimizin harpte göstereceği muvaffakıyetler için kat'i bir amil olacağını hissettiriyordu.
Subaylarına karşı candan sevgi gösteren bu gibi kumandanların müşfik, kahraman, cesur ve zeki insanlar olduğu bir çok tecrübelerle sabit olmuştur.

15 Mayıs 2011 Pazar

19- Pontus Çetelerinin Takip ve İmhası

Yirmiiki yaşındayım.
Erlerim de benim kadar.
Karşısındaki subayını kendi yaşında, kendisi gibi koşan, sıçrayan, atlayan, canlı bir durumda görmek, aramızdaki rabıtayı bir kumandandan ziyade bir kardeş derecesine getiriyor.
Bakıyorum da beni o kadar çok seviyorlar ki, onlara desem ki; "Şurada ölmemiz icap ediyor." hiç düşünmeden, itiraz etmeden: "Hazırız. Emret." diyecekler sanki.
Ben bu asker ile neler yapmam, neler.
Ben bu askerle düşman taburlarını nasıl olur da imha etmem?
Elbette ederim.
Edeceğim de.
Bu ulvi düşünceyi Çakallı Köyünde dimağıma hak etmiş, kalbime sindire sindire içirmiştim.
Kanım kaynıyor.
Bir şeyler yapmak, bize kafa tuttuklarını gözlerimle gördüğüm Akrep'lerin başını ezmek için bir fırsat düşmesini canı gönülden arzu ediyor ve bekliyorum.
Nihayet bir gün bu fırsat da zuhur etti:
'Pontus Çeteleri'nin imhası" emri geldi.
Mevcut taburlar bir tarama yapmak üzere harekete geçtiler.
İstanbul'dan Anadolu'ya iltihaklar başladığı için bölüğümüze de "325 Harbiye Mezunu" Fevzi Bey isminde üsteğmen rütbesinde bir subay tayin edilmiş, bu suretle iki takımlı dört tüfekli bir bölük teşkil edilmiş bulunuyordu.
Bölük komutanı Fevzi Bey Çakallı'da kalıyor, biz dört tüfekle bu taramaya iştirak ediyorduk.
Bölük komutanıma dedim ki:
"Benim bir tek varlığım var hayatımda; anneciğim.
Onun için hayatımı fedadan çekinmem. Takibe çıktığımı duymaması lazım. Yazılmış bir kaç kart bırakıyorum size. Her
hafta gerekli tarihi yazarak postaya veriniz. Bu suretle de vazifeme huzur ile devam edebilirim."
Bölük komutanım bu arzumu memnuniyetle kabul etti.
Bu suretle kartlar her hafta postaya atılarak zavallı anneciğim, harpten ziyade korktuğu "Çete Takibi" endişe ve üzüntülerinden kurtarılmış oldu.
Kar, diz boyu.
Hayvanları patikadan yürütmek çok müşkül.
Hayvanların, her an ayaklarını karın derinliklerinden kurtarmak için yaptıkları şiddetli hareketler kayışları koparıyor, saraçlar tarafından dikilmek suretiyle geçen vakitler yavaş yavaş ilerlememize sebep oluyor.
Dağların ve ormanların derinliklerinde bütün kıtalar geniş bir hat üzerinde taramalar yapıyorlar.
Bir zaman sonra toplar da harekata iştirak ettiler.
Uzaktan, ormanın içerisinden kıtalarımıza yapılan çete ateşlerine ormanı top ateşine tutmakla mukabele ederek Pontus Çetelerini her gün geçtikçe çemberin içine sıkıştırmakta devam ediyoruz.
Nasıl, "Zito, Zito Venizelos." diye, Türk'ün zayıf zamanında yaygara koparmak nasılmış?
Türk kolay kızmaz. Fakat bir de kızarsa kızdıranların vay haline.
Fareler kapana girmek üzere, çırpınıp duruyorlar.
Çok uzaklardan bakıyoruz: Ormanların kenarlarında birerli kolda, odun parçası gibi omuzlarına rast gele koydukları silahları ile yürüyorlar.
Kurşun menzili haricinde olan bu çetecileri topçumuz boş bırakmıyor, başlarında patlatıyor.
Koşarak ormanlara dalıyorlar.
Nereye gidiyorlar, ne yapıyorlar bilmiyoruz. Fakat o kadar şaşkın halleri var ki, nereye gidecekler, ne yapacaklar, gözle görünür şekilde belli oluyor artık.
Alay komutanımdan bir emir aldım: Serniç ismi verilen bir köye derhal gitmekliğim bildiriliyordu.
İki makinalı tüfeğimle o azametli dağda kendimize yol aça aça ve döne döne tırmanmaktayız.
Hayvanları dağın tepesine bin müşkülat ile çıkarabildik.
Ben zannediyordum ki, her dağ gibi buranın da üzeri belli bir araziden ibaret.
Düşüncemin aksine önümüzde çok geniş bir düzlük belirdi. Karlara gömülmüş bir köy.
Burası Serniç Yaylası imiş.
Soğuktan çenelerimiz kenetlenmiş, kekeleyerek konuşabiliyoruz. Efrad ve hayvanları yerleştirdim. Ben de Alay komutanı Binbaşı Kamil Beyin bulunduğu eve
gittim.
Kamil Bey, yere serili bir şiltenin üzerinde bağdaş kurmuş. Odada tatlı bir ılıklık hasıl eden yanındaki soba hafif çıtırtılarla yanıyor. Karşısında birkaç tane de sivil köylü var.
Beni görür görmez neş'eli bir çehre ile:
“Hoş geldin evlat. Gel otur şuraya bakalım. Ben de seni bekliyordum. Buraya nasıl çıkabildin? Kaç adet tüfeğin var bakayım?" dedi. "İki" diye cevap verdim.
Yanındaki sivillere duyurmak ister bir şekilde:
"Çok güzel, çok güzel. Bir tüfek bir tabur demektir. O halde bize iki tabur daha gelmiş demektir." dedi.
Bir müddet daha oturduktan sonra müsaade alarak ayrıldım.
Alay komutanı, erkekleri dağlarda bulunan bu tehlikeli Rum köyünün, silahları ile birlikte teslim olmalarını köyün muhtar ve papazına söyleyerek: "Emrim kat'idir. Size bir gün müsaade ediyorum. Yarından itibaren çok şiddetli takibata geçeceğim." diyor.
Bu emre kimsenin aldırış etmediğini gören alay komutanı ertesi günü bir liste yaparak muhtara verdi: “çetelere ait şu evleri, yarın akşama kadar silahları ile gelip teslim olmadıkları takdirde yaktıracağım." dedi.
Bu şekildeki bir emir karşısında derhal harekete geçileceği zannedilirken ertesi günü yine kimse gelmedi.
Alay komutanı şiddet ve hiddet ile emrini verdi.
Bildirilen evler bir anda tutuşarak yanmaya başladı.
Köy, yükselen alevlerle bir anda aydınlanıverdi.
Çok kısa bir zaman sonra da bir kül yığını haline gelen evler gecenin karanlık ve sessizliği içerisinde kaybolup gittiler.
Emrin kat'i tatbiki tesirini göstermiş, ertesi günü sırası gelecek evlerin sahipleri ellerinde silahları ile birer ikişer sökün ederek teslim olmaya başladılar.
Yine de teslim olmamakta ısrar edenlere emir tatbik ediliyor, bunun şakaya gelir tarafı olmadığını anlayanlar da
teslim olmaktan başka çıkar yol bulamıyorlardı.
Bu suretle o mıntıka temizlenmiş oldu.
Kıt'ama iltihak etmek üzere müsaade aldım.
O gün ve gece sabaha kadar yürüdükten sonra Kocadağ'ın dibindeki köyde olduğunu öğrendiğimiz kıt'amıza geldik.
Arkadaşların oturduğu odaya geldiğim zaman ellerinde dumanları tüten birer bardak süt ile kahvaltı yapmakta idiler. Bana da bir bardak süt ikram ettiler.
Çok üşümüştüm.
Süt geldi.
Henüz ilk yudumu almıştım ki, kapı açıldı.
İçeri giren emir eri bana bir kağıt uzattı.
Kağıtta: "Safa Efendi, makinalı tüfeklerini al, sana bir de top verilecektir. Kuvay-ı Milliye'den iki kişi gönderiyorum. Vakit kaybetmeden onların sizi götürecekleri yere derhal hareket ediniz. İmza: Alay Komutanı Kamil." yazılı idi.
Top hazırlandı.
Henüz istirahat edemeden tekrar harekete geçiyoruz.
Nereye gitmekte olduğumuzu, Kuvay-ı Milliye'den olan rehberlere sordum: "Gideceğimiz yer çok uzak. Halil Turgut
Beyin bölüğü çetelerle müsademeye tutuşmuş, onlara yetişerek meseleyi halletmemiz lazım." dediler.
Akşama kadar yürüdük.
Yıldızlarla dolu bir gece başladı.
Hilal şeklindeki zayıf ay ışığı karların beyazlıkları ile donuk bir aydınlık hasıl ediyor.
Yol gösterenler: "Şu sırtın arkasındaki köyde müsademe oluyordu. Çete'ler orada idi." dediler.
Tüfekleri hayvanlardan indirerek sırtı aştık, köye doğru ilerlemeye başladık. Top da indirildi.
Bir az sonra karların üzerine yatarak sessiz bir halde duran köyü dinliyor, bir ses işitmeye çalışıyordum.
Ara sıra ışıklar dolaşıyor, bir takım sesler işitiliyordu. Tüfeklerden ayrılarak bir az daha yaklaştım.
Sesler bizim Mehmetçikler'e aitti.
Bunun üzerine hep birlikte köye girdik.
Beni, Halil Turgut'un odasına götürdüler.
Çok cesur ve faal bir subaydı Halil Turgut.
Gözleri kan çanağına dönmüş, çok üzgün ve bitkindi.
Beni yanına oturttu.

Köşeye bir kaç kanlı silah dayamışlar.
Her şeye rağmen bir şey sormaya dilim varmıyor ki.
Sükutu nihayet Halil Turgut bozdu:
“Çok yorgunuz Safa. Müsademe çok uzun sürdü. Şehitlerimiz de var. Duramıyorum, bana müsaade et. Yarın her şeyi
gözlerin ile görürsün." dedi.
Biz de çok yorgunduk zaten.
“Allah rahatlık versin." diyerek ayrıldım.
Ne gibi bir hadise cereyan etmişti burada?
Nasıl olmuştu da biz gelinceye kadar her şey bitmişti?
Ne olur, daha evvel haber yetiştirebilmiş olsalardı da bu müsademeye iştirak etmek fırsatını bulmuş olsaydık.
Yorgun olduğum halde merak ve endişe beni uyutmuyor.
Bir an evvel sabah olsa da Halil Turgut'un bana gözlerimle görebileceğimi söylediği şeyleri görsem ve anlasam.
Dalmışım.
Birdenbire yerinden fırladım.
Elbiselerimle yatmaya alışmıştım zaten.
Yüzümü yıkayarak uyku ve yorgunluk sersemliğini giderdikten sonra Halil Turgut'un yanına gittim.
Halil Turgut çoktan kalkmış oturuyor, sabah çayını içiyordu: "Gel bakalım Safa'cığım. Bir bardak çayımızı içmez misin?" diyerek bana yer gösterdi.
Teşekkür ederek oturdum.
O devam ile: "Hem çayımızı içelim, hem de sana müsademenin başlangıcını anlatayım, devamını ve sonunu da arazi üzerinde göstereyim.
Çetelerin izleri üzerinde ilerliyorduk.
Her köye uğrayarak sorup soruşturuyor, malumat almaya çalışıyorduk.
Bu köye de uzaktan tertibat alarak ilerlemeye başladık.
Bu arada Kuvay-ı Milliye'den ve eski çetelerden Kavak'lı bir kaç kahraman süvari atlarını sürerek köye girdiler.
Bizim de en önde bulunan uç mangamız köye iyice yaklaşmış bulunuyordu ki, şiddetli bir ateş önde giden mangadan bir kaç şehit verdirdi.
Bu hali görür görmez köyü sür'atle sarmaya başladık.
Köy sarılmış, çeteler de kapana düşmüştü.
Bu hadise nasıl oldu biliyor musun?
O bir kaç süvarimiz köye girince bir kapının önünde asker elbiseli birisini görmüşler ve ona: "Burada hangi kıt'a var?" diye sordukları sırada evin penceresinden üzerlerine tevcih edilen silahları görür görmez kendilerini derhal yere atarak oradaki bir köy fırınının arkasına sığınmışlar.
Uç mangamız da vaziyetten habersiz yanaşmış olduğundan, bir yaylım ateş ile karşılamış, vurulmayanlar kendilerini çukurlara atmışlar ve öylece kalmışlar.
Pontus çeteleri hileye baş vurarak asker elbisesi giymiş ve bu suretle bize bir kaç şehit verdirmişlerdi.
Muhasara tamamlandı ve şiddetli ateşe başladık.
Asker, ara sıra sıçrama yaparak çetelerin bulundukları eve yaklaşıyorlardı.
Ben muhasara hattını dolaşıyor, çete ateşinin zayıf noktalarını arıyordum.
Bir de baktım ki, bulunduğum noktaya hiç ateş gelmiyor. Sebebini araştırdım: Çetelerin bulundukları evin önündeki diğer bir ev bu ateşi tesirsiz bırakıyor. Demek ki o evde çete yoktu.
Ev tahtadan.
Şöyle bir karar verdim: Seçme çavuş ve onbaşılardan bir kaç kişiyi kazma, kürek ve baltalı olarak o eve gönderip arkadan kırdırarak bir gedik açmak ve içeriye girdikten sonra da yandaki çetelerin evini bombalar ile berhava etmek.
Bu karar, çok muvafık ve cazip gelmişti bana.
Emir verdim, baltalı askerlerim derhal eve koşmaya başladılar.
Fakat ne yazık ki, evin içinde bir yığın kadın ve çocuk varmış. Hep birlikte haykırmaya başladılar, Rumca olarak durumu izah ettiler.
Çeteler tehlikeyi derhal anlamış, ateş altındaki bir kaç çete bizim asker yetişene kadar o eve geçmeye muvaffak olmuştu.
Askerlerimiz henüz ellerindeki baltaları tahtalara vurmaya vakit dahi bulamadan pencerelerden atılan kurşunlarla şehit edilmişlerdi.
Olduğum yerde çıldıracak gibi oluyor, yerimde duramıyordum.
Kuvay-ı Milliye'lileri askerlerimizden ayrı bir yere yatırarak muhasara hattını onlarla ikmal etmiştim.
İşte, buraya kadar böyle.
Ameli kısmını gel dışarıda tamamlayalım." dedi.
Kalktık hazırlandık.
Karların üzerinde, iki kişinin geçebileceği şekilde katılaştırılmış dar bir yoldan yürüyoruz.
"Çetelerin bulundukları ev işte burasıdır." diye altı duvar ile örülmüş bir ev gösterdi Halil Turgut.
Duvarın üstüne de bir katlı tahta ev yapılmıştı.
Duvarın tahta ile birleştiği yerlere dışarıyı görebilecek ve silahlarını dayayabilecek birer delik açmışlar ve taştan tabii bir boy siperi haline getirdikleri bu duvarın arkasından müsademeye devam etmişlerdi.
Bahçede o eve uzanan bir çit var.
Evden itibaren çitin her bir kaç metre mesafesinde karlar üzerinde çoktan katılaşmış bir kaç çete cesedi yatıyordu.
Cesetlerden birisinin yanına geldik.
Halil Turgut bana hitaben:
"Bunu görüyor musun, işte bu, azılı bir şerir'di."
dedi.
Bir eline bizim süvarinin atından düşen heybeyi, bir eline de kendi silahını alıp kaçarken vurulmuş.
Bu sırada gözlerim, cesedin yanı başında karlara gömülmüş, ağzını bize doğru açmış bakan başka bir tüfek namlusu gördüm: "Şu nedir?" diye orada bulunanlara gösterince yanımızdaki çavuş derhal uzandı ve karların içerisinden bir tüfek çıkardı.
Halil Turgut dişlerini gıcırdatarak:
"Vay mel'un, vay. Biz de şehitlerden birisinin tüfeği ne oldu diye arayıp duruyorduk. Demek hem heybeyi ve hem de bu silahı almış, kaçarken de kurşunu yemiş ve silahı ölürken bile saklamayı ihmal etmemiş." diye mırıldandı.
Bir az ileride çetelere mensup bir kadın da elinde silahı ile yerde yatıyordu.
Bu ceset, meşhur çete reisinin karısı imiş.
Böyle muntazam mesafelerle bunları yere sermeye kim
muvaffak olmuştu acaba?
İşte bu işi başaran o kahraman Mehmetçik şurada, çite bitişik bir ağacın arkasına yatmış bekliyor:
Gece olmuş, hafif bir ay ışığı varmış.
Çetelerden birisi herhalde bir tecrübe yapmak maksadı ile dışarı çıkarak muhasarayı yararak kaçmak istemiş.
Sıçraya sıçraya ilerlemeye başlamış. Fakat ağaca tam yaklaştığı sırada bir kurşunda olduğu yere serilmiş.
Bu tecrübeyi bir tanesi daha denemeye kalkmış, o da kurşunu yemiş.
Bu şekilde beş, altı kişi temizleniyor.
Fakat her şeye rağmen çete reisi ihtiyatlı davranıyor: Çıkanlar selamete eriştiler mi, yoksa öteki dünyayı boyladılar mı diye düşünmüş olacak ki, ay ışığının kaybolmasını beklemiş. Bu bekleyiş anında bakıyor ki, bir noktaya şiddetli ateş ettikleri halde oradan buna karşılık veren yok. Gözlerine bu ciheti kestiriyorlar derhal.
Ay grub edip ortalık kararınca zaten sabah da yakın olduğundan "Ne olursa olsun" diyerek o istikamette harekete
geçiyorlar. Muhasaradan da kurtuluyorlar.
Meğer orada yatanlar, Kuvay-ı Milliye'den olup, soğuğun şiddetinden emir filan almadan bir az aşağıya çekiliyorlar. Çete bakiyesinin reisleri de başlarında olduğu halde kaçmalarına maalesef sebep olmuşlardı bu hareketleri ile.
Bize haber geldiği zaman zaten iş dün sabaha karşı halledilmişti bile. Ancak akşam gelebilmiştik.
Takip bir ay sürdü.
Bütün mıntıkalar Çetelerden temizlendiler.
Biz de Kavak yolu ile Çakallı'ya geldik.
Şehitlerimiz: Kavak'lı babayiğit çavuş, onbaşı ve erlerden ibaretti. Sedyelerle Kavak'a getirerek Hakkın rahmetine kanlı kefenleri ile tevdi ettik.

18- Tehlikeli Geceler; Subay Elbisesini Giyişim; Vazifeye Başlamam

Rumlardaki taşkınlığın derecesi tarif edilir gibi değildi. Gün geçtikçe her an daha tehlikeli hal almakta, geceleri sokaklarda gezmek; göz göre göre ölüme atılmak gibi bir şey.
Elli veya yüzer metre aralıkla dikilmiş, yalnız bulunduğu bir kaç metre muhitini zayıf bir ışık ile aydınlatabilen küçük gaz lambaları, caddeleri aydınlatmak değil, bilakis koyu gölgeli donuk bir ışığın korkunç varlıkları halinde.
Uzaktan gelen bir gölgenin dost veya düşman olduğunu anlamak için yanına kadar gelmesini beklemek icap ediyor. Karşıdan gelen de aynı düşüncelerle hareket etmektedir muhakkak.
İki gölgenin karşı karşıya gelmeleri düz bir hat üzerinde imkansız. Ancak helezoni hareketlerle kendilerini koruyarak uzaklaşan ve evlerine salimen yetişebilmek saadetine kavuşmayı can kaygısı ile gönülden dileyen bu insanların halleri ne zamana kadar devam edecek?
Kaç gece elim tabancamın tetiğinde, esasen Rum mahallesinde bulunan evimize sağ olarak gitmek kısmet olacak mı diye ne kadar heyecanlı dakikalar geçirmiştim.
Rum Çeteleri artık şehrin içerisinde de gezmeye başlıyorlar.
Odun pazarı denilen geniş düzlükte Polislerimizle müsademeden çekinmiyorlar bu çeteler.
Bu hadiselerdir ki, Türkleri mukabil tertibat almaya sevk etti: TÜRK ÇETELERİ de faaliyete geçtiler.
İşte bu hercü merc içerisinde vazifeye koşma zamanının geldiği bildirildi.
Subay elbisemi giydim.
ÇAKALLI Köyünde bulunan 15 inci Tümenin 45 inci Alayının 2'nci Tabur 8'inci Makinalı Tüfek Bölüğüne gittim.
*
(*Resim, "Genel Kurmay Başkanlığı Harp Tarihi Başkanlığı Resmi Yayınları, Seri No:1 Türk İstiklal Harbi II. Cilt Batı Cephesi" adlı yayından alınmıştır. Resmi temin eden Süleyman Duman'a teşekkür ederim. Özellikle Sakarya muharebesini konu eden ve bu blogtan da yararlanan twitter hesabı için https://twitter.com/MSuleymanDuman)
İsmi Bölük.
Mevcudu 20, 30 kişi ya var ya yok.
Yani Bölüklerin iskeleti.
Makinalı tüfekler Umumi Harp'den kalma. Derme çatma ve hurda halinde birer külçe. Tüfekçi Ustasının geceli gündüzlü himmet ve gayreti ile iş görebilir bir hale getiriliyor.
Bölük'de Yüzbaşı yok.
Muvazzaf bir Teğmen var: Şerafettin Bey.
Ben ise henüz Asteğmenim.
Bu arada yeni yeni efrad gelmeye başlıyor.
Onların talim ve terbiyeleri ile çok sıkı şekilde alakadar oluyoruz.
Az zamanda mühim varlık haline gelebilmek için de buna mecburuz zaten. Zira Rumlarda PONTUS TEŞKİLATI çok
kuvvetli.
Dağlar, ormanlar silahlı çetelerle dolu.
Rum Köyleri arasında sıkışıp kalmış Türk Köyleri imha tehlikesi geçirmekte.
Her şeye rağmen gençlik deliliklerimden de vazgeçemiyorum bu arada:
Samsun ile Çakallı arasındaki mesafe at ile iki saati buluyor.
Her taraf da kar ile kaplı.
Fırtınalar, geçilmesi icab eden muazzam dağların tepelerinde görüş imkanını ortadan kaldırıyor. Ve benim
vicdanım, bu şartlara rağmen, Samsun'a gidip anneciğimi görmemi bana adeta emrediyor.
Değme babayiğitin harcı olmayan kararlar vererek bu şartlar altında atıma atladığım gibi Samsun yolunu tutuyorum.
Yollarda kimsecikler de yok.
Öyle yerler var ki, sık ormanlar yol ile birleşmiş, aynı hizada uzanıyor.
Buraları dört nalla geçiyorum.
Geçiyorum ama hiç düşünmüyorum ki, ormandan atılacak bir kurşun ile karların üzerine yuvarlanır ve bir geyik gibi avlanırım.
Şayanı şükrandır ki, burnum bile kanamadan çok defalar Samsuna gidip geldim, bir fena tesadüfe kurban olmaktan kurtuldum. Büyüklerim de acaba benim gibi mi düşünüyorlardı ki; "Böyle havalarda ne işin var, buralarda ne arıyorsun? Oğlum gelme." diyerek beni bu delice hareketlerimden vazgeçirmek akıllarına bile gelmiyordu.
Günler geçtikçe efrad yekunu bölüklerde kabarmaya başladı. Bu hali gördükçe o kadar seviniyorum ki.
Elbiseler, silahlar yenileniyor, esasen ruhundaki mertlik ve kahramanlığı Allahın en büyük bir nimet ve lütfu olarak yaradılışından beri muhafaza eden Türk Askeri, talim ve terbiyede az zamanda yetişmiş bulunuyordu.
Onlara artık her hususta güvenebilirdik.
İyi yetiştirilmiş bir Makinalı Tüfek Bölüğü neler yapmaz neler.
Allah kısmet ederse onların arasında düşmanla çarpışmak ve onlara küçük de olsam kumanda edebilmek şerefine mazhariyet göğsümü iftihar ile kabartıyor, gurur duyuyorum.