7 Haziran 2011 Salı

22 - Kütahya Muharebesi

10 Temmuz 1921
Her adımda bir az daha yaklaşan köyün toprak rengi ile maskelenmiş kerpiç binaları akşam güneşinin sarı ışıkları ile yaldızlanırken bölük de yeşil bir dağın eteğinden gür sesinin akislerini duya duya neşeli ve sert adımlarla talimden dönüyordu.
Bizden evvel köye gelen bölüklerin öteye beriye koşuşan efradının telaşlı hareketlerinden “HAZIRLIK EMRİ" verildiği anlaşılıyordu.
Emir: Başka köylerde bulunan alayın diğer taburlarının SABUNCUPINAR İSTASYONU civarında bizim bulunduğumuz FINDIK Köyünün yanındaki geniş düzlükte akşam karavanasından sonra toplanılmasını bildiriyordu.
Gece o kadar siyah ki, birer nokta halinde parıldayan yıldızlar sanki çok derinlere çekilmiş gibi görünüyorlar.
Alay, bu koyu karanlıklar içerisinde bizi meçhul bir semte çekip götüren uzun bir katar halinde dağ yollarından süzülüp gidiyor.
Her bölüğün önünde, etrafı inleten davul ve zurnaların keskin ahengine aslan Mehmetçiklerin kükreyen neşeli sesleri karışıyor.
GİDİYORUZ.
Bir düğün kafilesini andıran bu gidişte, kalplerde toplanan gurbet ve hasret elemlerini silip, yıkayan bir akış var.
Günlerce istirahatten sonra bu gece sabaha kadar yürüyen alay, zindeliğinden bir şey kaybetmemiş gibi dinç ve döküntüsüz.
AVDAN Köyünün yanındaki çamlığa girerek çam kokulu bir hava içerisinde istirahate çekiliyoruz.
Kütahya'ya yakın bir yerdeyiz.
Derinlerden işitilen top sesleri CEPHE'nin uzak olmadığını anlatıyor.
Bu gece de sabaha kadar yürüdük.
Tan yeri ağarırken taburumuz SEYİT ismi verilen bir köye girmişti.
Buralarda hava pek soğuk oluyor.
Temmuz ayında bulunduğumuz halde titriyoruz.
Bir müddet sonra güneşin uyuşturucu sıcaklığı ateşe ihtiyaç kalmadığını bildirirken taburumuz da kendisine tahsis edilen binalara yerleşmiş bulunuyordu.
14 Temmuz
Alay, köyün kuzeyindeki çadırlara nakletti.
Bölükler de siper kazmak için tayin edilen yerlere gittiler.
Biz de ARSLANAPA Köyünün batı kuzeyine düşen ve çamlı bir tepeden batıya doğru uzanan mıntıkada makinalı tüfek siperlerinin yerlerini tayin ve kazılmaları ile meşgul olduk.
Sabaha karşı tekrar Arslanapa Köyüne döndük.
Köy, ne kadar sessiz ve tenha.
Bazı evlerde, eşyasını kağnı arabasına yerleştirerek mıntıka haricine çıkmaya çalışan köylüler görünüyordu.
Bir, iki güne kadar patlayacak muharebenin barut kokuları sezilen ve düşman topçusunun hedefi olması muhtemel
bulunan bir köyde ahalinin durması icap etmezdi her halde.
Takımıma bir tepecik isabet etmişti.
Sağımda Altıncı Bölük altı yüz metre uzakta, Beşinci Bölük de solumda yüksek ve hakim bir sırtta iki yüz metre uzakta bulunuyorlardı.
Bu hale nazaran bulunduğum tepe düşman topçusunun arayıp da bulamadığı Ağır Makinalı Tüfek Kıt'asını hamil bulunuyordu.
Yanımızda da piyade olmadığı için kendimizi saklamaya da imkan yok.
Eğer topçu bizim varlığımızı anlarsa yarım saat içerisinde güzel bir hedef teşkil eden bu müstakil tepenin içine gömüleceğimiz şüphesiz. 
Bunun için gizlenmeye son derece riayet ve düşmana makinalı tüfek olduğumuzu sezdirmemeye çalışmamız gerekiyordu.
Akşam grup zamanı, pek uzaklarda sola doğru bir hayal şeklinde düşman yürüyüş kolları sık duraklamalarla ilerliyorlar ve karşısına tesadüf eden kıtalar ile aralarında top ateşi devam ediyordu.
Muharebe yarın muhakkak başlayacaktı.
Karşımızda sık çamlı sırtın gerilerinden kızıl dumanlar görünüyor. Ara sıra da muhtelif yerlerden ışıklar parlıyordu.
Gece mehtap çok sönüktü.
Yemeği, Birinci Takım mahallinde bulunan arkadaşlar ile bir parça geç yedik.
Kalplerde, pek yakın olan muharebeden endişe ve en ufak bir düşünce eseri bile yok.
Herkes gülüyor, oynuyor, subayların şen ve tatlı sesleri etrafa neşe veriyor, siperlerin bir an evvel daha ziyade derinleştirilmesi için uğraşılıyordu.
Gece yarısı oldu.
Takımıma geldiğim zaman erlerimin kendi kendilerine çalışmakta olduklarını gördüm.
Rah-ı mesturler (siperler ile cephane ikmali için geriye giden yollar) artık diz boyuna kadar gelmişlerdi.
Yarın muharebe yapılacağı efratca da biliniyordu. Boş geçirilecek bir dakika bile olmadığı anlaşılmıştı.
Bu çalışmak, nöbet ve sıra takip edilmek suretiyle sabaha kadar devam etmiş ve her iş bitirilmişti.
16 Temmuz
Düşman tarafından başlayacak olan taarruzu çimen ve yeşil fundalarla gizlediğimiz siperlerimizin bir köşesinden gözetlemekteyim.
Vaktin hayli ilerlemiş olduğunu gösteren yaz gününün kızgın güneşi altında, uyuşmuş bir yılan gevşekliği ile el an yerinden kımıldamak istemeyen düşmanın bu bekleyişine sinirleniyorum adeta.
Er veyahut geç bir çarpışma olacağına göre fazla bekleyiş insanı üzüyor.
Bulunduğumuz tepenin yan eteğinden çıkan bir süvari, süvarilerimizin geriye çekildiğini, düşmanla karşı karşıya bulunduğumuzu söyleyerek atını sürüp gitti.
Bir müddet sonra alay kumandanı Yarbay Kamil Bey yanımıza geldi. Bizi ve ilerimizdeki sahayı gördükten sonra: "Oğlum, yerini çok beğendim. Bu saha dahilinde her halde düşman taarruzu pek pahalıya mal olacaktır. Göreyim seni." dedi.
Kamil Bey uzaklaşmış, bir az sonra da bir topçu subayı yanımıza gelmişti.
Düşman artık harekete geçmiş bulunuyordu.
Karşınızda iki dağ arasındaki bir pencere gibi görünen açıklıktan geçen yürüyüş kollarının bu dağların arkalarında tertibat almakta olduklarını belli ediyordu.
Topçu subayı ile bu harekatı takip ederken gelen bir emir eri, bu topçu subayını alay kumandanının istediğini bildirdi.
Birbirimizden ayrılırken, gördüğü bu toplu hedeflerin bir topçu için bulunamayacak fırsat olduğunu söyleyerek bir an evvel ateş açılmasını rica ettim.
Elini, kolunu sallayarak geçen bu yürüyüş kolları epeyce bir zaman ateşsiz kaldı.
Topçumuzun daha sonra başlayan ateşine, düşmanın, çoktan mevzie girdiği anlaşılan bataryaları derhal cevap vermekte gecikmediler.
Öyle şiddetli bir ateş başlamıştı ki, bizden düşmana gönderilen bir mermiye mukabil, ardı arkası kesilmeyen mermi kafilelerinin üzerimizden uğultu halinde gerilere akın etmekte olduğunu görüyoruz.
Bu bol top ve cephane karşısında toplarımızın sükutu tercih etmesinin sebebi pek aşikar ve acı bir hakikattı.
Topçu düellosu yaparak boş yere mermi sarf edecek günlerde olmadığımız gibi, düşmanın mütemadi saldırışlarına elde mevcut cephanemizi yerlerinde kullanmak suretiyle de tasarruf etmek mecburiyetinde idik.
Gerilerimizi döven düşman topçu ateşi kısala kısala hatlarımız üzerinde kümelenmeye başladı.
Taarruz başlamıştı artık.
Düşman avcı hatları birbiri arkasından pek çok kademeler halinde ilerlemektedir.
Mesafe uzak.
Tesirli ateş altına girmelerini bekliyorum.
Bununla beraber, düşmanın harekatını gözümüzden saklamaya çalışan insan boyundaki mısır tarlaları fazla beklememize mani oluyor.
Sabrım tükenmeye başlamıştı.
Dört yüz metreye kadar bekleyemeyerek, beş yüz nişangahı ile tüfeklerime “ATEŞ.” emrini veriyorum.
Bu ateş öyle yerinde bir zamanda açılmış bulunuyordu ki, düşman avcı hatları ekin tarlalarına elli metre mesafede siyah ve geniş bir kurdele şeklinde bize paralel uzanan saha üzerinde bulunduklarından, kuru topraklardan yükselen tozlar, mermilerimizin bu avcı hatları üzerine oturtulmuş olduğunu gösteriyordu.
Ani ölüm yağmuruna tutulan avcı hatları ileriye bir adım atmaya muvaffak olamayarak oldukları yerlere yatıverdiler.
Ufak tefek sıçramalara bile fırsat vermeyen nişancılarım talim meydanında nişan talimi yapar gibi ateşlerini idare ediyor, kıpırdamak isteyenleri yerlerinde çivilemeye muvaffak oluyordu.
Ne çare ki bu durum düşmanın gözünden kaçmamış, bir mermi soldaki tüfeğin yaslandığı köşeye çarparak efradı ile birlikte siperin içerisine yuvarlamıştı. Fakat numara erleri ile tüfeğe bir şey olmamıştı. Hatta tekrar ateşe bile başladılar.
Birdenbire, siperlerimizi kaplayan bir kurşun yağmuruna tutuluverdik. Bu şiddetli ateş sol ilerimizden geliyor, bir kısım siperlerimizin arka şivlerinde toz kaldırıyordu.
Ateşimize, tam zamanında sekte verdirmeye muvaffak olan bu düşman makinalısını dürbünümle aradım ve sol ilerimizde buldum: Bizim seviyemizde, fundalıklı sırtın hattı balasında bulunuyordu.

Tüfeklerden birisini derhal o tarafa tevcih ettim.
Düşman makinalısının ağzı tıkanmıştı.
Geri kaçışmalar görünüyor.
Bu sırt, beşinci bölüğün tam cephesine tesadüf etmektedir.
Bu sırada, tüfeklerini omuzlarına dayamış bir düşman bölüğünün bölük kolunda "Marş Marş"la sırttan aşağı inmekte olduğunu gördüm.
Bu iniş, sahili bulamadan sönen köpüklü dalgalar gibi ateşimiz altında eriyiverdi.
Tüfeklerimiz, oradan, buradan çıkan her yeni hedefe ateş yetiştirmekle meşgul.
Etrafımızı görecek halde değiliz.
Cephemizdeki avcı hatlarında her taraftan sıçramalar başladı.
Gerilerden gelen kesif düşman hatları durmadan işleyen tüfeklerimizin ateşi altında inatla ilerliyorlar.
Uzun müddet hareketsiz duran, yere yattıklarını zannettiğimiz ilk sıraların, bir sürü ölü olduğu anlaşıldı. Gerilerden gelip onları geçen avcılara refakat etmek nezaketini göstermiyorlardı zira.
Ekin tarlasına hudut bulunan bu siyah topraklı saha, tüfeklerimiz tarafından biçilen insan tarlası halini almıştı. Artık düşman topçusu, tam bir makinalı tüfek kıtasına tahsis edildiğini anladığı bu küçük tepeyi ortadan kaldırmak ister gibi bütün ateşini bize çevirmişti.
Sağımızdaki çamlı sırtta bulunan altıncı bölüğün safları arasında çarpışan bölüğümüzün birinci takımına bakıyorum, onlar da aynı vaziyette: Top ateşi altında bunalmış, ileri ve geri hareketlerle mevzi değiştirmek ile meşguller.
Düşmanın, bitip, tükenmek bilmeyen avcı hatları nihayet her taraftan sıçramalarla yaklaşmaya başlamıştı.
Şarapnel ve makinalı tüfek ateşi altında bulunduğumuz halde ateşimizin şiddetini bir an bile eksiltmiyorduk.
Öyle bir zaman geldi ki, bir az evvel, arayıp bulduktan sonra kaçırdığımız düşman makinalısının başka bir yerden çıkarak bizi hırpalamasına ehemmiyet bile vermiyor, kendi cephemizden başka bir şey düşünmüyorduk.
Bütün gayretimiz: Düşmanı, önümüzde bulunan tepeciğin ölü zaviyesine sokmamaktı.
Fakat ne çare ki, iki tüfeğin saatlerce süren şanlı müdafaası, solumuzda bulunan yüksek bir sırttaki beşinci bölüğe düşmanın çıkması üzerine sarsılmıştı.
Düşman oraya çıkınca bize hakim bir durum almıştı.
Siperlerimiz, şiddetli bir yan ateşine alındı.
Tüfeğin biri ile, siperin koltuk teşkil eden yerinden bizi ve cephane kademesini tehdit eden bu tepeye ateşe başladık. Böylelikle diğer tüfeğimizin de mümkün mertebe ateşe devamını emniyete almış bulunuyorduk.
Bu muvaffakıyetimize düşman topçusu çıldırmışcasına etrafımızı delik, deşik ediyor, bizi her an tam bir isabet ile karşı karşıya bırakıyordu.
Yalnız, düşman topçusunun "DANE" yerine şarapnel kullanması, gömülmek tehlikesini azaltıyordu. Ara sıra siperlerimizden beş on metre açıklara düşen danelerin seyrek atılışı karşısında sevinç de duymuyor değiliz bu yüzden.
Bizim parçalanmamızın gecikmesi şüphesiz ki, düşmanın hücum dalgalarındaki zayiat miktarının artmasına yarıyordu.
Düşman nihayet ekin tarlasına girdi.
Önümüzdeki tepeciğe yetişmek üzereler.
Saat, akşamın dördü.
Yedi saatten beri durmadan muharebe ediyoruz.
Düşman, taarruza kalktığı yerden önümüzdeki tepeciğe kadar olan bir kilometrelik mesafeyi bu müddet zarfında almış bulunuyor ki, bu hal, verdiği zayiatın ve gördüğü müşkülatın derecesini ifade etmeye kafi gelir.
Öyle bir an geldi ki; beşinci bölüğe çıkan düşmanın arkamıza sarkmak teşebbüsünde bulunduğunu ve düşman makinalılarının siperlerimizi şiddetli ateş altına aldığını ve önümüzdeki düşmanın ölü zaviyemize girerek bulunduğumuz sırta tırmanmakta olduğunu, topçunun ise siperlerimiz üzerinde ve cephane kademesinde toplanan ateşinden, cephane ikmalinin gayri mümkün bir hale geldiği ve sağımızdaki altıncı bölüğün de ricate başladığı görünüyor.
Diğer takımda olduğunu tahmin ettiğimiz yüzbaşıdan emir almak üzere emir erini gönderiyorum.
Şu anda piyade silahının iş görebileceği bu yerde yanımızda piyade olmadığım için bulunduğumuz tepeye tırmanmakta bulunan düşmana ne ile karşı koyacağız?
Makinalı tüfeğin, ayağa kalkarak sırtın göğsüne ateş etmesine imkan yok ki.
Savuracak bombamız da yok.
Her şeye rağmen vakit kaybedecek durumda da değiliz.
Giden emir erinin avdeti de uzamakta.
Yüzbaşımın ise ne olduğu ve ne durumda bulunduğu bizce meçhul. Emrin, gelmemek ihtimali de var.
Binaenaleyh, burada daha fazla durmak bir fayda temin etmeyecek. İlerde daha çok hizmetler görebilecek olan takımımı her geçen dakika, göz göre göre mahvına yaklaştırmaktaydı. Bu durum karşısında kararımı veriyorum: Arkalarımızda, bulunduğumuz yere hakim bir sırt var.

Oraya çekilmek, çekildiğimiz bu yere oradan ateş etmek.
Tüfek başında bulunan Ordulu İbrahim Çavuş, düşmanın, yanlardan siperlere girmek üzere olduğunu haykırıyor.
Tüfekler derhal sökülerek siperlerden fırlıyoruz.
Cephane kademesini geçip de sırta doğru ilerlerken düşman da siperlerimizden bize ateş etmeye başlamıştı bile.
Tatlı meyilli ve arızasız bir arazide boy hedefi göstererek gerideki tepeye yetişmeye çalışan takımım hiç zayiat vermedi. Hatta, kızgın güneş altında koşmaktan kesilen ve "Ne olursa olsun" gibilerden yerde oturmayı bile göze alan nişancıyı, diğer bir er ile getirtmek için geçirdiğiniz müddet zarfında kümelenen kurşunların isabetsizliği de şayanı hayrettir.
Tepeye çıktığımız zaman karşımızda alay kumandanı Kâmil Bey, yaveri İsfendiyar Bey ve bir kaç subay ile karşılaştık.
Alay kumandanı, tüfekleri derhal mevziye sokarak terk edilen siperlere ateşe başladığımı memnun bir çehre ile takib ediyordu.
Bir aralık kulağımın dibinde gürleyen sesini işitiyorum: "Ne dolaşıyorsun ayakta? Öleceksin şimdi. Gir şuraya." Bu sert ve kesik cümleler beni olduğum yerde bir an durdurdu. İşitme kabiliyetini kaybetmiş, veya saatlerce bu seslere alışkanlık husule getirmiş bir hal almış olan kulaklarım birdenbire açılmış gibiydi sanki.
Bir duvar saatinin muntazam tıkırtıları karşısında kulakların bir zaman bu sert darbeleri hazmederek takip edememesine benziyor bu.
Kumandanın gösterdiği yere atladım.
Derin bir siperdi burası.
Boyum yetişmiyor, dışarısını göremiyorum.
Dışardaki gürültüler, üzerime kapanan bir kapı arkasından işitilen sesler halini almıştı.
Bazı konuşmalar arasında şu kelimeler kulağıma fısıldanır gibi olmuştu: "Kumandanım, makinalı tüfeklerin buraya gelerek ateş açmaları bir az sonra burayı top ateşi altında bırakacağından ..," cümle bitirilememişti. Bir seri ateş altında kalıverdik. Arkadan bir daha.
Dışarısı, siyah bir duman tabakası altında kayboldu.
Tüfeklerim ne olmuştu?
Onları ne durumda bulacağım acaba?
Kendimi siperden dışarıya nasıl attım bilmiyorum.
Hayret.
Her iki tüfek de sapasağlam ve ateşe devam ediyorlardı.
Rüya görüyorum zannettim bir müddet.
Kendimi kontrol edip de rüya görmediğimi anlayınca sevincim sonsuz oldu.
Tüfeklerimin arasındaki mesafe bir az fazla olduğundan birer birer yanlarına giderek ateşimizi altıncı ve biraz da beşinci bölüklerimizin siperlerine taksim ettim. Ara yerdeki bir tümsek arkasına da yattım.
Etrafımda kimseler yoktu.
Top ateşi, gruplar halinde devam ediyor.
Bir aralık yanıma yatan bir kaç asker ile birinci tabur komutanı Yüzbaşı Refik Beyi gördüm.
Refik Bey, çok muhterem bir komutandı.
Tatlı lisanı ve o kibar tavrı ile hatırımı sorarak vaziyetim hakkında malumat aldı.
Fazla konuşamadık.
Yanında getirdiği çavuş başından yaralanmıştı.
O, kahraman ve iyi kalpli komutan Refik Bey, cebinden çıkardığı mendili ile çavuşun yarasını sarıyor ve aynı zamanda ona acısını unutturacak tatlı sözler söylemekten de geri kalmıyor, cesaret vermeye çalışıyordu.
Bana dönerek:
"Ben gidiyorum Safa. Tabur komutanı olmak sıfatı ile de sana emrediyorum: Tüfeklerini geri çekeceksin."
dedikten sonra yanındaki askerlerle geriye sıçrıyor.
Bu sıçrayışı, düşmanın bir seri grup ateşi takip etti. Ortalık, yeniden koyu dumanlara bürünüverdi. Refik Bey ve askerleri de bu koyu dumanlar içerisinde kayboldular.
Burada, bir yanardağ halini alan tepenin üzerinde bütün takımımın bir az sonra yok olması muhakkak.
Geriye çekilmekle ne olacak?
Geride ne var sanki?
Nereye gideceğim?
Bu düşünceleri muhakeme ederken "çekilmek" kelimesinin delalet ettiği mana tereddütümü gideriyor, artan cesaret ve ümüdime bir az da sevinç katıyordu.
"Gerilerde bir şeyler oluyordu demek ki."
İlk grup ateşini müteakip dumanlar arasından çekilmek ve bu suretle de diğer grup ateşleri başlamadan uzaklaşmak düşüncesi ile birinci grubu müteakip emrimi beklemeden derhal ateş keserek geri çekilmelerini askerlerime bildirdim.
Bir az sonra ilk dumanlar arasında uzaklaşmış bulunuyorduk.
Düşman, çekildiğimiz tepeyi döve dursun.
Geride gördüğüm vaziyet, sabahtan beri devam eden muharebenin sinirler üzerindeki etkilerini bir anda gidermeye kafi gelmişti.
Koşuyorduk.
Öyle bir koşuştu ki bu, neşe ve ümit dolu bir kalbin en son coşkunluğunu taşıyor.
Zira koştuğumuz yer, muntazam bir cephe ile düşmana göğüs geren kahraman Mehmetçiklerin yanı.
Biz orada kendi kendimize düşman ile çarpışırken geride, cephe tamamiyle batıya müteveccih olmak üzere bir hat mevcut bulunuyordu.
Tüfeklerimizi, piyadelerin arasında hemen mevziye sokarak, tam cepheden vuran akşam güneşinin kamaştırıcı ışığı altında ateşe başladık.
Tüfeklerimizin, cepheye girer girmez sürekli ateşe geçmeleri, yanımızda mevzi almış bulunan piyadeleri
coşturmuştu: piyade ateşi, onbaşı ve çavuşların nişan talimi yapar gibi hep birden: "DOLDUR", “NİŞAN AL", "ATEŞ." kumandası ile devam ediyordu.
Bu disiplinli ateş idaresi bütün cepheye sirayet ederek iyi bir tesir meydana getirmişti.
Ne güzel bir muharebe duruş ve yapışı idi bu.
Piyadelerin, makinalı tüfeklere karşı besledikleri sevgi bu anda çok büyüktü.
Suları buhar halinde fışkıran tüfeklere her asker matarasındaki suyu seve seve boşaltıyordu.
Arkada, Arslanapa Köyünden "MARŞ MARŞ"la ve muntazam bir şekilde bizi takviyeye gelen bölükler göründü.
Bunlara, düşman topçusu üzerimizden ateş yağdırıyor.
O esnada yüzbaşı da yanıma geldi.
Birinci takım subayı Şerafettin Beyin yaralanarak gittiğini, tüfeklerden birisinin de efradı ile gömüldüğünü teessürle öğreniyoruz.
İşte tam bu sırada sol cenahımızda cephemizi amuden kat ederek Arslanapa Köyüne doğru uzanan yuvarlak bir sırtın üzerini köyün yakınlarına kadar kaplamış ve bir tabur kadar tahmin edilen, aynı zamanda karmakarışık koşuşan bir insan sürüsü göründü.
Bu, karmakarışık koşuşan kitlenin başında, köyü göstererek ilerleyen bir subay var.
Dürbünümü bunlara çevirerek bakıyorum ve hayretle haykırıyorum:
“DÜŞMAN”
Hiç ümit edilmeyen bir zamanda bu kalabalığın düşman olması bizi yerimizden fırlatıyor.
Tüfekleri, cepheden geriye derhal çekerek cephe solumuz olmak üzere ve sabit nişangah ile ateşe başlıyoruz.
Ani olarak başlayan ilk ateşle mahvedici müthiş tesir de kendisini gösteriyor: Bu kalabalık sırtta boşa gitmeyen mermiler, ileriye doğru atılan düşman adımlarını bir anda geri çeviriyor.
Yanımızda, büyük bir ağacın gövdesine yaslanmış oturan tabur komutan vekili binbaşı Zeki Bey bulunuyor.
Üzerinden düşmanın geçtiği bu sırtın eteklerine yaslanmış, bir bölük kadar toplu kuvvetimiz var.
Bu bölük, sırtın yuvarlak olması dolayısiyle on, onbeş metre kadar önünden geçmekte bulunan düşmandan habersiz bulunmaktadır.
Zeki Bey bu hali görünce bir er ile haber göndererek önündeki düşmanın ricat hattını derhal kesmesini bölüğe
bildirdi.
Bölük, emri alır almaz, esen rüzgarın tesiri ile dalgalanan bir duman gibi sırta doğru yükseldi ve bir hamlede düşmanı ikiye ayırıverdi.
Kaçamayanlar bölüğün eline düşüyor, kaçmakta devam
edenler de Tüfeklerimizin takip ateşi altında biçiliyorlardı.

Verilen raporlardan anlaşıldığına göre, düşmanın bu yarma hareketi bir tabur kadar zayiat ile neticelenmiş ve taarruz da bu suretle kati olarak durdurulmuştu.
Alay komutanı Kamil Bey yanımıza gelerek:
“Evlatlar, yaptığınız bu muharebe hepimizi memnun etmiştir.
Takımının, tekmil efradının birer derece terfilerini yazınız. Bu hizmetinize mukabil siz de yerinizi dördüncü makinalı tüfek bölüğüne terk ederek Arslanapa köyüne giderek istirahat ediniz." emrini verdi.
Dördüncü makinalı tüfek bölüğü o zaman yüzbaşı, bu
gün general olan Hulusi Beyin emri altında idi. Yerimizi
kendisine terk ederek köye geldik.
Muharebe meydanında bir makinalı tüfek kıtasının alay komutanı emri ile istirahate çekilmesi, hizmetinin derecesini göstermeye kafi gelir
her halde.
Bölükte, yedekçilerden başka rütbesiz asker kalmamış, onbaşılar çavuş, askerler de onbaşı olmuşlardı.
Bölüğümüz, onbaşı-çavuş bölüğü olarak tanınmıştı.
Arslanapa köyüne gelerek Kargir Cami'ne yerleştik.
Efrad da, bir az evvel yüzlerce düşmanı tepeleyen tüfeklerini seve seve temizlemeye koyuldular.
Köy kurşundan masun değildi.
Aşan kurşunların duvarlara saplandığı, sokakda toz kaldırdığı görünebiliyordu.
Bir müddet sonra karanlık bastı.
Caminin yanındaki bir odada tenekeden lambanın titrek gölgeli ışığı altında bekliyoruz.
Birdenbire kapı açılıverdi, ıstırap ifade eden "AH"ı müteakip yarı yana meyyal bir vücudun sallanarak, yerdeki kilimin üzerine yığıldığını gördük.
Altıncı bölük komutanı Sürmeneli yüzbaşı Mustafa Bey idi bu.
Derhal koştuk ve lambayı yüzüne yanaştırdık. Çatılan siyah kaşlarının öyle kıvrılışları vardı ki, ıstırabın derecesi ancak bu kadar açıkça ifade edilebilirdi.
Sarmak için, yarasının nerede olduğunu sorduk. Kasığını göstererek sardırmamakta ısrar ile bizden sadece beş dakikacık istirahat istedi.
Bir bardak süt buldurarak içirdik.
Tabur ricat için emir almış olduğundan kendisini terk ederek biz de bölüğümüzün başına geldik.
Yüzbaşı Mustafa Bey tedavi edildikten sonra sapasağlam olarak tekrar kıtasının başına gelerek İstiklal Harbinin sonuna kadar bulunmuştur.
Alayımız, bir gün, cephe gerisine istirahata çekildiği zaman Mustafa Bey de bölüğüne avdet etmişti.
Kendisini ziyarete gittim.
Beni görür görmez yerinden fırlıyarak koştu ve boynuma sarıldı. Sulanan gözlerini gözlerime dikerek:
"Beni, hayata ve aileme iade eden sensin. Sana hayatımı borçluyum ben Safa." dedi.
Ben şaşırmış, hayretle yüzüne bakıyordum. Zira, tedaviden yeni avdet eden yüzbaşının sinirlerinden bir lahza şüphe etmeye başlamıştım.
Fakat harekat ve ciddiyeti de itimat telkin ediyordu. Latife yapmadığına da emin olduktan sonra kendisinin hayatını kurtaracak bir hizmette bulunduğumu hatırlamadığımı söyledim.
Yüzbaşı, sakin bir tavır ile macerasını anlatınca boynuma sevinç ve sevgi ile sarılmasının sebebini anladım; yüzbaşı Mustafa Bey Çamlı Sırt'ta yaralanıyor. Bir müddet yerde sürüne sürüne uzaklaşmaya çalışıyor. Kısa zamanda takati kesilince olduğu yerde kalıyor.
Düşman da, siperlerden ilerlemeye başlıyarak kendisine doğru yanaşmakta iken şiddetli bir makinalı tüfek
ateşi onları tekrar geriye püskürtüyor.
Bu makinalı tüfenk ateşi başı üzerinden uzun müddet devam ediyor. Düşman, yerinde tesbit edildiği için tekrar ve güçlükle sürünmeye gayret ediyor.
Fakat bir az daha ilerledikten sonra kımıldamaya mecali kalmadığını görerek kendisini talihe terk ediyor.
Karanlık da basmak üzere.
Her an, kendisini süngülemeye gelecek düşmanı heyecan ile beklemeye başlıyor.
Tam o sırada, çalılıklar arasından bir hışırtı işitiyor. Bir karaltı, bir kaç metre uzağında durarak yavaşça eğilip bir kibrit yakıyor. Kibrit ışığı, serpuş'un ön kısmındaki ay yıldızı ümitsiz yüzbaşının heyecandan büyüyen gözlerine aksettirince askeri tanıyor, sevinçle haykırıyor.
Asker, yüzbaşıyı sırtına alarak Cami'ye getiriyor.
Yüzbaşı, gözlerini, odasının penceresinden karşıki fundalı sırtlara dikmiş, bu korkunç anı tekrar yaşıyormuş gibi, hayata bir az daha bağlı, neşe saçan parlak gözlerini bana dikerek:
“O sendin Safa, Sen." diyor.
İşte, o günkü muharebede bilmeyerek kıymetli bir bölük komutanını bu suretle düşman kucağından, düşmanı yerinde tesbit olmaya mecbur ederek çekip almış, yukarıda anlattığım gibi camide kendisi ile tekrar karşılaşmış bulunuyordum.
Birinci tabur komutanı olup, yanımda yaralı bir çavuşun başını sardıktan sonra geriye sıçrayan ve grup ateşinin d
umanları arasında kaybolduğunu bildirdiğim kahraman ve çok kıymetli yüzbaşı Refik Beyin de (şimdi yüksek rütbeli bir subaydır) orada aldığı bir yara ile geriye gittiğini işittim.
Karanlık gecenin göğsünde gümüş bir yay şeklinde parlayan ay yavaş yavaş yükselirken caminin yanında toplanan taburumuz de bilahare kendisine iltihak etmek üzere düşman karşısında ufak bir kıta terk ederek muntazam bir şekilde harekete geçmiş bulunuyordu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder