2 Temmuz 2011 Cumartesi

23 - Kokar Tepe Muharebesi

21 Ağustos 1921
Karşımızda, yalçın bir dağ silsilesi uzanıyor.
Bizimle, bu heybetli dağlar arasında mini mini bir tepecikle dar bir boğaz ve köy görünüyor.
Bu dağların bize karşı etekleri, ara sıra değişen kadın modaları gibi yüksekten kesilmiş etek yerine güneşin ışıkları altında yansıyan çıplak ve renkli kayalar gibi yükseklerden birden bire dökülen korkunç ve köpüklü bir  şelale hissini veriyor insana.
Solumuzda Türbe Tepe var.
Bulunduğunuz yer Kokar Tepe'den bir az daha yüksek. Sağımızda, taşlı ve külah şeklinde bir tepe daha görünüyor.
Alayın sol cenahını bizim tabur teşkil ediyor.
Bulunduğunuz bu tepe, karşımızdaki ve epey uzakta bulunan dağlara kadar uzanan girintili çıkıntılı araziye hakim.
Siper kazmaya başladık.
Düşmanı burada karşılayacağız.
Otuz sekizinci alayımız daha evvel düşmana karşı gönderilmiş ve muharebe ede ede düşmanı bizim müdafaa hatlarımızın karşısına getirecek.
Böylelikle epeyce vakit kazanmış olacağız.
Siperlerimizi yetiştirebileceğimizi ümit ediyoruz.
Tepenin, hattı balaya yakın olan kısımları kayalık olduğu için siperleri tepeden epeyce aşağılarda toprak arazide kazmak icap ediyordu.
Bu şekildeki siper her ne kadar cephane ve takviye için uygun değilse de yanlardan yapılacak mestur yollarla temin edilebileceğinden hafriyatın bu şekilde yapılmasına karar verdim.
Piyade bölükleri de faaliyete geçtiler.
İstihkam bölüğü aşağılara gitmeyerek "Dolma Taş Siperler" yapmakta ısrar ediyor ve yapıyorlardı.
Taburun sağ cenahında makinalı tüfeklerim için toprak bir yer bularak kazdırmaya başlattım.
Siperler iyice ilerlemişti ki, bölük komutanı Feyzi Bey geldi.
Sararan yüzünden ve telaşlı halinden hiddetlenmiş olduğu derhal anlaşılıyor.
Feyzi Bey, mert, nezih ve çok temiz kalpli bir insan olmakla beraber asabının bozukluğundan ve nevrasteni bulunduğundan her zaman şikayet ederdi.
Bu şikayetinde de haklıydı. Çünkü Umumi Harpte esaret hayatı yaşamış ve bu acı günler onun, vatanı için titreyen asil ruhunu için için kemirmiş, sinirleri üzerinde tahribat yapmıştı. Esaretten döner dönmez de İstiklal Harbine iştirak etmiş bulunuyordu ki, bir müddet sükunete ihtiyacı bulunan bir vücudun, yurdun en tehlikeli zamanında atıldığı İstiklal mücadelesinde daha ziyade hırpalanması pek tabii idi.
En ufak bir şeyden hiddetlenir, karşısındakinin kalbini kırardı. Fakat bir az sonra elinde olmayarak kırdığı kalpleri yine kendi, kin taşımayan temiz kalbi ile tamire çalışırdı.
Bir ağabey gibi hürmet ettiğim yüzbaşımın bu hallerini her zaman hoş görüyor, birdenbire asabileşmesine sakin bir tavır ile mukabelede bulunuyordum.
Kim bilir yine kimden bizim hakkımızda bir söz işitmişti?
Belki de istihkam bölüğünden bizim için duyduğu bir sözle gelmiş olacak ki, sert bir sesle:
"Kim söyledi size siper kazın diye? İşte istihkam bölüğü siper kazıyor ya. Boş yere askeri niçin yoruyorsunuz? Olmaz efendim, siper kazılmayacak."
Benim sözlerimi kat'iyen dinlemiyor ve şiddetle ısrar ediyordu.
"Pek ala yüzbaşım, siper kazılmasını şimdi tatil ediyorum. Yalnız, şunu da söylemek isterim ki; muharebenin başladığı dakikada tüfeklerimizi gömülmüş veya parçalanmış olarak göreceksiniz. Çünkü, düşmanın geleceği istikamete giderek buraları uzaktan tetkik ettim.
İstihkam bölüğünün yaptığı dolma makinalı tüfek siperleri aşağıdan havaya iz düşüm veriyor, bir hilal şeklinde görünüyor. Buralara konacak tüfekler, düşman topçusuna pek hoş bir hedef teşkil edecektir." dedim ben de.
Hiç bir şey söylemedi ve arkasını dönerek sert adımlarla uzaklaştı.
Çavuşlar ve numara erlerim harp görmüş tecrübeli askerlerdi. "Biz siper kazmaktan yorulmuyoruz. Bilakis memnunuz. Boş duracağımıza çalışalım. İlerde işimize yarar." diye yalvarmaya başladılar bana.
Yaptırdığım iş keyfi ve şahsi bir angarya olmayıp, yurdun müdafaasına müteallik bir vazife idi. Zarardan ziyade fayda görebileceğiniz için yüzbaşıya sezdirmeden işimizi yürütmeye karar verdim.
Gecenin sessizliğinde kazma ve kürekler sür'atle işlemeye başladılar.
Siperler, bir kaç saat içerisinde ikmal edilmişti.
Geriye doğru bir kaç metre de irtibat yolu uzattırdım ve oradan itibaren de her on metrede bir insan boyunda çukur kazdırtarak numara erlerimin cephane ikmalini temin ettim.
Muharebe başladığı zaman bir asker ne de olsa bir sıçrayışta kendisini karşı çukura atar, elindeki cephane sandıklarını oraya bırakarak yerine dönebilirdi.
Sabah oldu.
Makinalı tüfek siperlerimizden 750 metre aşağıdaki bir tepeciğe giderek düşmanı orada beklemekliğim ve düşmanın geldiğini hatlarımıza karşı atacağımız tenvir ve işaret fişekleri ile bildirerek geriye çekilmekliğim emri verildi.
Emri veren alay komutanı idi.
Benim gitmekliğimi de bana emreden yüzbaşımdı.
Yüzbaşıma dedim ki:
"Siz de bilirsiniz ki, talimatnamede, makinalı tüfeklerin tek olarak kullanılması memnudur, ileri karakollarda bulunmaları caiz değildir. Alay Komutanına bu ciheti hatırlattınız mı?"
Yüzbaşım sert bir lisan ile kesip attı:
"Hayır, buna burada lüzum yoktur. Talimatname mevzuubahis olamaz. Emir, emirdir. Gideceksiniz." dedi.
"Ben, size talimatnamenin bu maddesini sadece hatırlatıyorum. Madem ki emir emirdir, ben de emri yerine getirmekle mükellefim. Gidiyorum." dedim.
Bir makinalı tüfek alarak müdafaa hatlarımızdan aşağıya inerek gösterilen tepeye geldim.
Tepe bir daire şeklinde ve kuru bir dere ile çevrilmiş bir ada halinde, kamilen taştı.
Siper kazmanın imkanı yok.
Taşları birbiri üzerine yığıp tüfeği arkasına koyduk.
Bir az sonra da teğmen Hasan Bey idaresinde bir miktar piyade geldi.
Otuz sekizinci alay yanlarımızdan geçerek çekilmişti.
Düşmanla karşı karşıya bırakılmıştık.
Akşam oluyordu.
Karşınızda, bulanık, sarımtırak bir sema belirdi. Daha gerilere doğru da kızıl ve puslu bulut kafileleri süratle yaklaşmaya başladılar. Ortalık birdenbire kararıvermişti. Yağmurla karışık şiddetli bir rüzgar bulunduğumuz yeri alt üst ediyor, yerden kaldırdığı taş parçalarını yüzümüze şiddetle çarpıyordu.
Bir baskına uğramamak için fırtınaya göğüs gererek ileriyi gözetlemeye başladım.
Düşmana semavi bir yardımcı olan ve büyük hizmetler gördüğü sonradan anlaşılan bu fırtına bir müddet sonra durdu.
Bizimle adeta alay eder gibi öyle güzel grup levhaları gösterdi ki, tabiatın yüreğimizi sızlatan bu istihzasının acılığını hiç bir zaman unutamam.
Akşam öğrendik ki; solumuzda bulunan ve müdafaa hatlarımızın en mühim noktalarından olan Mangal Tepe bu
şiddetli fırtınaya kurban gitmiş, düşman tarafından işgal edilmişti.
Akşam, eski zaman hikayelerinde küpüne binen ve korkunç fırtınalar kopararak gökyüzünde dolaştıktan sonra yere inen bir cadı gibi karşımıza dikildi.
24 Ağustos:
Bu sırada karanlıkları delerek bize kadar gelen bir kaç mermi taşlara çarparak sustu.
Hasan Beyin askerleri mukabeleye başladılar.
Düşmanın, uzaklardan birer ateş böceği gibi görünen ve yanıp sönen tüfek ateşleri sıklaşmaya başlamıştı.
Hasan Bey yanıma geldi: "Düşman üçüncü tabur karşısındaki düzlükte ilerliyor ve önümüzdeki derenin içerisinden geliyor. Vazifemizi yaptık. Tabura işaret vererek çekilelim." dedi.
Hasan Bey tenvir tabancalarını ateşlemeye başladı.
Sessizce çekilerek taburumuza geldik.
Vazifesini yapmış bir insan hafifliği ile yorgun olarak çadırın kenarına oturdum.
Yanımda birdenbire bir ses yükseliverdi:
“Safa efendi."
Yüzbaşıma aitti bu ses. Devamla:
"Haydi bakalım, alay komutanının emri: Tekrar oraya gideceksiniz.“ dedi.
Bu emre çok şaşırmıştım. Fakat istenileni de hemen yapmaya mecburdum.
Mademki oraya tekrar gidecektik, bizi buraya getirmeye sebep olan emri evvelce niçin vermişlerdi? O emri yerine getirmekten başka bir şey de yapmamıştık.
Yüzbaşımdan piyade istedim.
“Hasan Efendiye de emir verildi, bölüğüyle o da hareket edecek." dedi.
Hasan Beyin gidip gitmediğini bilmiyordum.
Siperlerden aşağıya doğru inmeye başladık.
Göz gözü görmeyen zifiri bir karanlık var.
Yanımızda piyade bulunmadığı için ve ağır makinalı tüfekten başka silahımız da olmadığından benim ileri atılmam icab ediyordu.
Efradıma beni takip etmelerini bildirdim.
Bu emri söylemeye de lüzum yoktu zaten. Zira kahraman askerlerim benim ileri gittiğimi görünce derhal bana yaklaştılar ve adım adım takip etmeye başladılar.
Birdenbire düşmanla kucak kucağa gelmemek için sessiz ve gayetle yavaş, aynı zamanda etrafımızı bütün dikkatimizle dinleyerek ilerliyoruz.
Tepeye yaklaşmıştık.
Askerlerime dedim ki:
"Arkadaşlar, sizler burada bir az bekleyin. Ben yalnız olarak ileri gideceğim. Bu esnada düşmandan bir hareket, bir karaltı görecek olursam ateş ederim. Siz de derhal tüfeği olduğunuz yere kurarsınız."
Yürüdüm.
Karşı tarafta hiç bir ses ve hareket yok.
Bu derin sessizlik bana çok manalı gelmeye başladı.
Bir az evvel terk ettiğimiz küçük tepe, karanlıklar içerisinde daha kara ve kapkara olarak, yaklaştıkça büyüyen bir göz gibi beni kendisine doğru çekmeye başlamıştı.
Epeyce ilerledim.
Tepe ile benim aramda, tepeyi saran kuru bir dere var.
Yattım, dereyi dinlemeye başladım. Bir müddet sonra arkama döndüm ve çocukların benimle irtibat temin ettiklerini gördüm: bir asker arkamda çömelmiş sessizce duruyor. İşaretle yanıma gelmesini bildirdikten sonra tüfeğin derhal buraya getirilmesini söyledim.
Tüfek bir az sonra geldi ve istikamet karşı tepe olarak kuruldu.
Tepeye doğru bir miktar daha gitmek lazımdı. Zira orada kimin mevcut olduğu bizce meçhuldü. Düşman mı, yoksa Hasan Bey mi vardı orada?
Hasan Bey o tepede bulunmuş olsaydı arkasının emniyetini temin için benin bulunduğun yerlere bir kaç gözcü koyar ve derenin içerisinden sarılmak tehlikesine karşı bir tedbir almış olurdu her halde. Bu kadarcık bir tedbiri almayacak kadar düşüncesiz olamazdı bir subay.
Kendi kendime muhakemeler yürütüyordum.
Ay, ince bir kaş halinde tepenin arkasından yükseldi.
Koyu karanlığa serpilen gümüşi bir renk gecenin şeklini bir az değiştirir gibi oluştu.
Ortalığın çok az da olsa aydınlanmasına rağmen karşımdaki tepecik, dilsizliğini hala muhafaza ediyor, gittikçe esrarlı bir şekle bürünüyordu.
Burada beklersek vakit kaybedeceğiz.
Belki de, tepeye, gelmemiş olan düşmana vakit kazandırmış olacağız.
Bu ihtimalleri düşünürken askerlerim de yanımda toplamışlardı. "Ne yapalım?" der gibilerden yüzüme bakıyorlardı.
Böyle durmak askerlerimin de hoşuna gitmemişti.
Yapılacak tek şey vardı. Yavaşça sordum:
"İçinizde, tepeye giderek Hasan Beyin orada olup olmadığını tetkik edecek ve orada ise kendisi ile irtibat temin edebilecek kimse var mı?"
Kendisine "Kolordu" namı verilen Hüseyin isimli deli göz bir askerim vardı. Sözümü bitirir bitirmez derhal ileri atıldı. "Ben giderim efendim" dedi.
Belki hepsi birden ileri atılacaktı. Fakat o kimseye fırsat vermeyerek atik davranmıştı.
"Aferin Kolordu." dedim: "Hasan Bey oradaysa bul ve yerimizi göster. Oraya gelelim mi? Yoksa tepenin arkasını sabaha kadar emniyete almaya çalışalım mı diye sor." Kolordu vakit kaybetmeden karanlığa dalarak gözden kayboldu.
Ağır makinalı tüfeklerin piyadesiz olarak kıt'alarından uzak mesafelere gönderilemeyeceklerinin sebebi burada, en ciddi tatbikat esnasında kendiliğinden tebarüz ediyordu işte.
Eğer piyademiz olsaydı onları ileriye sevk etmekte tereddüt etmezdim. Bir az evvel karanlıklara silahı olmadan ve gözünü kırpmadan atılıveren kahraman askerimden de ancak bu kadar fedakarlık bekleyebilirdim.
Bir az sonra ikinci bir asker de yine kendi arzusu ile ileri atıldı, Kolordu ile irtibata gitti.
Bu gidişler bir kaç dakikalık zaman içerisine sıkıştırıldığı halde, buhranlı ve uzun bir bekleyiş devresi yaşattı bize.
Nihayet geldiler.
Teğmen Hasan Bey tepede imiş.
Tepede kalmaklığımızın daha münasip olacağını bildirmiş.
Vakit hayli ilerlemişti.
Kısa yaz gecelerinin erken olan sabahı yaklaşmak üzereydi.
Tümenin sol tarafını teşkil eden taburumuzun sol cenahında ve oldukça ileriye çıkmış bir vaziyette bulunan Altıncı Bölük cephesinde şiddetli bir muharebe başladı birdenbire.
Bir müddet sonra ateş o kadar artmıştı ki, bomba ateşi de işin içine girmişti.
Bölük Komutan Vekilliği yapan Teğmen Naci Beyi bu tehlikeli vaziyetten bir müddet için bile olsa kurtarmayı düşündüm ve fazla bekleyemeden gayri ihtiyari olarak tüfeğimi Altıncı Bölüğün cephesinde birer kıvılcım gibi parıldayan ateşlere tevcih etmesini nişancıma bildirdim.
Bu hareketimle, düşmanın, bu bölük üzerinde temerküz eden ateşini biraz da kendi üzerime çekmek istemiştim.
Öyle bir vaziyetteydik ki, ateşimiz, düşmanı yandan hırpalayabilecek derecede ilerilerdeydik.
Düşman da mevcudiyetimizden habersizdi.
Tüfek ateşe hazırdı.
Düşman tarafından gelecek serseri kurşunlara hedef olmamaları için numara erlerime mevzi almalarını bildirdim.
"ATEŞ." kumandasını verdim.
Tüfek, ölüm saçan homurtularla birdenbire işlemeye başlayıverdi.
Tahminimde aldanmamıştım: Bir az sonra gördüğümüz mukabele, ateşimizin düşman üzerinde az çok tesir bıraktığını bildiriyordu.
Elimizdeki cephane çok azdı.
Yüzbaşıya bir er göndererek bir kaç şeritlik cephane istettim.
Eli boş olarak geldi er. Cephanenin azalmış olması dolayısıyla veremeyeceğini söylemiş yüzbaşı. Şu halde, ateş kesmekten başka çare yoktu.
Ateş keserek beklemeye başladık.
Bir müddet sonra, Hasan Beyin emir erinin yanımızdan geçerek müdafaa hattımıza doğru gitmekte olduğunu gördüm.
Tabur komutanına yazılmış bir kağıt vardı elinde.
Hasan Bey, sağ tarafımızda bulunan Üçüncü Tabur ileri karakolunun çoktan geri çekilmiş olduğunu, düşmanın ise oraları işgal ederek bizi yandan ateş altına aldığını ve çevrilmek üzere bulunduğunu, geriye çekilip çekilemeyeceğini soruyordu.
Bakalım ne gibi bir cevap gelecekti?
Uzun süren bir bekleyişten sonra cevap geldi:
Ne pahasına olursa olsun burada beklemekliğimiz bildiriliyordu.
Anlaşıldı:
Fedai bir İLERİ KARAKOL'duk.
Ölümle karşı karşıya terk edilmiş bir kuvvet.
Gündüz gözüne bizi görecek olan düşmanın ağzına atılmış bir yemdik.
Müdafaa Hattımıza avdetimiz, büyük hedef gösteren ve düşmanın en büyük düşmanı olan makinalı tüfek için bir talih meselesi idi.
Ben kendi nefsime, karşımda göreceğim, hem de ağır makinalı tüfekli bir kıt'ayı açık arazide ve müdafaa hattına yediyüzelli metre mesafede yakalarsam, bu küçük kıt'anın bir yokuş tırmanarak siperlerine gitmesine müsaade etmem. Her halde yarı yolda imhaya çalışır ve bunda da muvaffak olurdum, muhakkak.
Bunun böyle de olacağını biliyordum.
Pek çok kahramanlıklar göstermiş, düşmanın taburlarını tepelemiş fedakar bir kıt'a ve onun kıymetli tüfeği müdafaa hattına çekilebilecek miydi acaba?
Eğer bunu başarırsak bizim için büyük bir muvaffakıyet ve bahtiyarlık olacaktı.
Sabaha yarım saat bir şey kalmıştı.
Düşman şimdiye kadar dereden bir faaliyet göstermemişti. Şu halde bizim de Hasan Beyden uzak kalmamıza sebep yoktu.
Dereyi geçerek tepeye çıktık.
Tüfeği büyük bir kayanın arkasında mevziye soktum.
Gece, bu gün oynanacak dramın fecaatini göstermek için yavaş yavaş açılan bir tiyatro perdesi gibi sıyrılıyor, muharebe sahnesini aydınlatıyordu.
Hasan Bey koşarak yanıma geldi, diz çökerek, parmağı ile geldiği istikameti gösterip, fazla miktarda düşmanın dereden ilerlemekte olduğunu bildirdi.
Onun bu heyecanlı hareketlerinden bizi gören düşman makinelisinin ateşi altında kalıverdik.
Hasan Bey hemen yerinden fırlayarak uzaklaştı.
Artık bize, etrafı tetkik etmeye hiç bir şey müsaade etmiyordu.
Nişancının önündeki toprakları kaldıran mermiler nişancıya baş kaldırmamak için ihtarlar veriyorlardı.
Bir az sonra numara erlerim, Hasan Bey ve efradının geri çekilmekte olduklarını haber verdiler.
Onlar da çekilirken bizim burada durmamız mümkün müydü?
Ateş öyle şiddetlenmişti ki, ric'atimize mani olmak isteyen düşman, arkamızdaki dereyi çağlayan bir nehir ve ölüm girdabı haline sokuvermişti.
Ölüm ile aramızdaki mesafe belki de bir karış kadardı.
İnsan cesametinin ancak bir sinek kadar küçülebilmesi mümkün olabilmeli ki, bu huzme içerisinden ölmeden ve bir yara almadan karşıya geçebilmek mümkün olabilsin.
Karşıya geçmekte bulunan piyade efradından yaralananlar görünüyor.
Yaralananlar, yaralarının derecesini birbirlerine bağırarak siperlerimize doğru koşuyorlardı.
Numara erlerim sıçramaya başladılar.
Bir onbaşım kolundan yaralandı.
Tüfeği taşıyan Hasan Çavuş da sıçradı ve yaralanarak düştü.
Sıra bana geldi.
Gideceğim müdafaa hattımıza yüreğim sızlayarak bir lahza baktım: Oraya kadar uzanan bu tehlikeli yolu nihayete erdirebilecek miydim acaba? 
Şurada, şu derenin içerisinde yaralanarak düşüp, düşmanın süngüleri ile delik deşik olmak akıbetine uğrayacak mıydım ?
Burada, bu şartlar altında bir kurşun ile ölmek daha hayırlı idi. Yaralanıp da ölmemek ise bir talihsizlik olurdu.
Toparlandım.
İyi bir muhacim tarafından güzel bir şut ile kaleye havale edilen meşin top gibi yerinden fırladım.
Fırlamamla beraber hedefimi de buldum.
Karşı yamaca bir külçe halinde yapışarak kaldım.
Bir müddet bekledikten sonra sürüne sürüme Hasan Çavuş'a yetiştim.
Arslan yapılı bir delikanlı idi Hasan Çavuş.
Topuğundan aldığı yaranın fazla ızdırap verdiğini söyledi.
Tüfek yanında yoktu.
"Tüfek nerede?" diye sordum:
"Mustafa Çavuş alarak siperlere doğru gitti." dedi.
İlerdeki çukura kadar giderse ateşten kurtulacağını ve orada göndereceğim kimseyi beklemesini söyleyerek yeniden sıçradım.
Sıçramamla beraber ilerimdeki topraklar karışıverdi.
Kendimi tekrar yere attım.
Cansız gibi kalarak ölmüş taklidi yaptım. Beni gören bir makineli ateşine yakalanmıştım zira.
Yere yatmaklığımla bana tevcih edilen ateş de hakikaten kesilmişti.
Göğsümde sallanan dürbünümü bel kayışımın arasına sıkıştırdım. Tepeye kadar ulaşan girintili çıkıntılı sel yarmalarının bir köşesini gözüme kestirdim. Yavaş yavaş sıçrama vaziyeti aldım.
Yayından fırlayan bir ok gibi ileri atıldım.
Kandırıldığını anlayan makinalı geç kalmıştı.
Ben köşeyi dönerken tıkırtıları ancak başlamış bulunuyordu.
Selamete erişmiştim artık.
Buradaki çukurlar oldukça derin ve düşman tarafından görünmeyecek surette sık ve köşeli idiler.
Yorgun ve bitkin halde bir az sonra siperlere yanaştım.
İaşe subayı Teğmen Ali Kemal Bey koşarak yanıma geldi, koluma girerek beni bölüğe götürdü.
Durumu anlattığım zaman aşağıya sıhhiye erleri gönderilerek yaralılar aldırıldı.
Teğmen Hasan Bey de yaralı olarak sedye ile getirildi.
Yüzbaşımın, takdir makamında bana ilk sözü:
"Kefeni yırttın." olmuştu.
Halbuki bu benim ikinci def'a kefen yırtışımdı.
Muharebe ise daha yeni başlamıştı.
Bilmem ki, daha başka yırtılacak kefen bulabilecek miydim acaba?
Ne kadar büyük bir tehlike atlattığımı bu sözü ile yüzbaşım bana anlatmış bulunuyordu.
Bir az sonra da öğrendim ki; biz; cidden aklın kabul edemeyeceği bir ateş çemberi içerisinden sıyrılıp çıkmışız. Muharebelerde, bu gibi aklın kabul etmeyeceği hadiseler çok olur. Bizim başımıza gelen de şöyle cereyan etmiş:
Bizim gibi her taburdan da ileriye karakollar gönderilmiş, bize verilen emir aynen onlara da verilmiş. Gece, bizim gibi onlar da çekilmişler. Fakat tekrar ileri gönderildiğimizden onlara haber verilmemiş. Hatta bizim taburun bile haberi yokmuş.
Sabah olup da müdafaa hatlarımızdan ilerisi güzelce görünmeye başlayınca tabiatiyle bizi de görmüşler.
Bu sırada bizim tabura, durumdan habersiz olan bir hücum taburu gelmiş.
Bizler sıkışıp da çekilmeye başlayınca ve arkadan da şiddetli ateşi yiyince, hatlarımıza doğru elimizi, kolumuzu sallayarak gelecek değildik şüphesiz.
Gizlenerek, sıçrayarak, yatarak yaklaşırken bizi düşman zannetmişler bizimkiler.
Üçüncü Taburun makinalıları, bizim tabur ve hücum taburu bize dayanmışlar kurşunu.
Zavallı bizler.
Bu şiddetli sağnağın yalnız düşman tarafından yağdırıldığını zannederek, selameti kendi hatlarımızda görüp yanaşmakta ararken felakete gidiyor muşuz da haberimiz yokmuş.
Düşmana bir cihetten minnettardık: O olmasaydı biz, boy hedefi göstererek siperlerimize doğru yürüyerek, bizimkilerin de kurşunlarına kurban gidecektik.
Bu hadiseyi bana Ali Kemal anlattı.
Ali Kemal bu hadiseyi görünce derhal siperlere girerek askerlere sormuş, askerler de bizleri göstererek ateşe devam ederlerken Ali Kemal bağırıp, çağırarak gelenlerin bizim askerler olduğunu anlatmaya çalışmış.
Onlar ise: "Bakın efendim, bakın nasıl da sıçrayarak geliyorlar." diye düşman olduğunuzda ısrar ediyorlarmış.
Ali Kemal daha fazla dayanamayarak askerlerin ellerinden silahlarını zorla çekip alarak ateş kestirmeye muvaffak olmuş.
25 Ağustos.
Bu gün düşman, Yirmiyedinci Alay cephesinden taarruz ederek Türbe Tepe'yi tamamen işgal etti.
Elliyedinci Tümenin mukabil taarruzu üzerine tepe tekrar geri alındıysa da, tepenin yakınında bulunan başka küçük bir tepe düşmana kaldı.
Bu tepeler akşama kadar top ateşi altında kaldı.
Bizim müdafaa hattımız da sabahtan akşama kadar bila fasıla bombardıman edildi.
Yüzbaşımın emri ile dolma siperlere konan tüfeklerimiz ilk topçu ateşinde delinen duvar ile birlikte yuvarlandılar. Bu hali gören yüzbaşım manidar bir tebessüm ile yüzüme bakarak:
"Toprak siperlere koyunuz." dedi.

Bu emirle erlerimin asık suratları gülmeye, sönük gözleri pırıldamaya başlamıştı.
Oradan şuraya nakil sanki onlara yeni bir hayat ve sarsılmaz bir kuvvet vermişti.
Bir çukura girerek toprağa dirseklerini dayayıp, düşmana hakim bir tavır ile bakan Mehmetçikleri yerinden söküp atmak için bir kanca ile havaya çekmekten başka çare yoktu artık.
Siperlerde, benimle birlikte beş kişi bulunuyorduk. Diğer Askerler, yaptırdığım tek kişilik çukurlarında bekliyorlardı.
Düşmanın bizim cepheye taarruzu henüz başlamamıştı.
Efradımı alıştırmak için cephane ikmali talimi yaparak vakit geçiriyorum.
Bu gün sabah başlayan bombardıman akşama kadar devam etti.
26 Ağustos
Bu gün, düşmanda göze çarpan bir kaynaşma ve faaliyet var. Cephemizde tertibat almakta olduklarını görüyoruz. Taarruzun başlayacağı zamanı dikkat ve sükûnetle takip etmekteyiz.
Öğle zamanının yakıcı sıcakları geçerek güneşin ölgün bir renk ile gruba doğru yaklaşmakta olduğu bir sırada düşman, solumuzdaki tümene şiddetle taarruza başladı ve Türbe Tepeyi tamamıyla işgal etti.
Üç gündür siperlerimizi gevşek, fakat fasılasız bir şekilde döven düşman topçusunun ateşi şimdi üzerimize teksif edilmiş ve ardı arası kesilmeyen bir uğultu halini almaya başlamıştı. Bu hal, taarruzun pek yakın olduğunu bildiriyordu.
Düşman topçusu çok üstün.
Bizim Bataryaları da dinliyorum; Cebel Bataryalarımızın düşman grup ateşleri arasından aşırdığı birkaç kaçamak mermiye pür hiddet mukabele ediliyor, arkamızdaki araziyi bir hat üzerinde epey müddet dövüyor.
Toplarımızı susturmaya muvaffak olduğunu zannederek ateşini siperlerimize tevcih ettiği bir sırada bu sefer de bizimkiler bir kaç mermi daha yollayarak düşmanla eğleniyorlardı.
Bu hal böyle devam ederken siperlerimizden birer ölüm şuaı gibi fışkıran binlerce gözün keskin bakışları düşman içerilerine kadar uzanıyor, Mehmetçiklerin heybetli vücutları tunçtan birer heykel gibi siperlerimizi dolduruyordu.
Arkama baktığım zaman dolma taş siperlerin gerisini yeni yeni gelmiş askerler ile dolmuş gördüm.
Son ve sararan bir renkle güneş bize bakıyor, düşmanın taarruza kalkarak sağımızda bulunan Üçüncü Tabur siperlerine doğru koşmakta olduğunu arkadan uzanan bir projektör gibi bize göstermeye çalışıyordu.
Düşmanın, siperlere yanaşmakta olduğunu heyecanla seyrediyorduk. Eğer düşman bu taarruzunda muvaffak olur da Üçüncü Tabur siperlerine girecek olursa bizi yan ateşine almak suretiyle çok müşkül bir vaziyete sokacaktı.
Düşman ile aramızdaki mesafe düz hat üzerinde yüz metre bile yoktu. Bize kadar gelmesi için de dereyi inmesi ve sonra siperlerimize çıkması icap ediyordu. Bu mesafe dahilinde düşmanın elimizden kurtulmasına imkân yoktu.
Tüfeklerimiz birdenbire yıldırımlar yağdırmaya ve birer ölüm kamçısı gibi düşmanın suratında şaklamaya başladığı zaman siperlere yanaşan hücum kıtasının sanki birden kayalara çarpan dalgalar gibi durduğunu ve sonra şaşkın bir vaziyette siperlere gitmekten vaz geçerek bize doğru akmakta olduğunu gördük.
Bu durum bizi hayrette bırakmakla beraber o kadar sevindirdi ki, sevincimizden bağırmaya başladık. Çünkü bir kitle halinde bayır aşağı inen düşman üzerine oturtulan ateş huzmesi o derecede muvaffak olmuştu ki, bir tokat yiyen insanın yüzünü saklaması gibi kollarını başlarına siper eden bu mağrur başların şu şaşkın hallerine gülmekten de kendimizi alamadık.
Her halde bu kuvvetin ne olursa olsun imhası gerekiyordu. Aksi takdirde geceyi bunlarla, siperlerimizin önünde müziç birer sivrisinek gibi burun buruna geçirmek mecburiyetinde kalacaktık.
Aralıksız bir feveran ile şeritlerini boşaltan sevgili tüfeklerimiz düşmanı tamam ile imha etmiş bulunuyordu.
Maalesef, bu muvaffakiyetin amili bulunan şu ufak siperdeki bir avuç kahraman, düşman topçusunun gözünden kaçmadı: Bir mermi arkamızdaki duvarda pencere açtı. İkincisi siperimizin önünde, üçüncüsü de tam isabetle patlayarak tüfeği susturdu.
Her şeye rağmen düşman topçusu çok geç kalmıştı.
Zira vazife sona ermiş, taarruz da akim kalmıştı.
Tüfeğin başında bulunanlardan ben müstesna, Samsunlu Kâzım Çavuş boğazından, nişancı elinden, şerit tutan da kolundan yaralanmışlardı.
Yaralı efradıma, siperden çıkıp sargı mahalline gitmelerini söyledikten sonra tüfeğin başına bizzat geçtim. Fakat artık tüfek de işlemiyordu. İcra yayının bulunduğu taraftan o da yara almıştı. Sandık, bir yumruk kadar içeriye girerek içerdeki icra yayını eğriltmiş, işlemesine mani olmuştu. Bu durumu gören numara erleri gelerek tüfeği tamir için ustaya götürdüler.
Barut dumanı kesif bir hal almış, siperlerden on metre aşağısı görünmez olmuştu.
Bulunduğunuz yer, etekleri bulutlarla örtülmüş bir tepeye benzemişti.
Güneş, grupta bulutlar arasından süzülüp giderken moraran dağların kuytularında can çekişen bir yığın insan, akşamın yavaş yavaş inen kalın perdesi altında bu facia dramının ilk perdesini oynamış bulunuyordu.

Düşmanın, şiddet ve vahşetle saldıran bu birkaç misli kuvveti, Türk'ün kendisini müdafaa için yerleştiği siperleri önünde güneşe maruz kalan buz tabakaları gibi eriyip bitmişti.
Oynanmış bulunan dramda onların bu gülünç hallerine seyirci olarak yalnız tabiat vardı.
Güneş gülgün bir tebessüm ile uzaklaşmış, yıldızlar gözlerini kırpıştırarak gülüyorlar, rüzgâr da ellerini çırpıştırarak uğulduyor.
Sağ cenahımızda taarruzu siperlerimizin önünde kırılan düşmandan korkulacak bir hal kalmamıştı artık. Bizi en ziyade düşündüren, sol cenahımızdaki Türbe Tepe’yi işgal ederek siperlerimize sarkan düşmanın bizi tehdit eder bir hal alması idi.
Sağımızdan emin bulunduğumuz için tekmil makinalı tüfeklerimizi sol cenahımıza getirerek cephe solumuz yani doğu-kuzey olmak üzere gece karanlığından istifade ederek siper kazmaya başladık.
Çok kısa zamanda kazılan siperlere tüfekler yerleştirildi, derhal ateşe başladık.
Bir az evvel, vazifesini ifa ettikten sonra yaralanarak sükut eden tüfeğimiz ustanın tedavisi ile iyileşmiş ve ateşe o da iştirak etmişti.
İki gündür geceli gündüzlü devam eden şiddetli muharebeler bize bir kaç dakikacık olsun gözlerimizi kırpmak fırsatını vermemişti. Kendiliğinden kapanmakta olan göz kapaklarımızı zorlukla açıyor, düşünme kabiliyetini kaybederek hissiz bir hal alan hafızamızı toplamaya çalışıyorduk.
Tüfeklerin yanında kazılan yumuşak toprak yığının üzerinde kendimden geçmiş, derin ve tatlı bir uykuya dalıvermiştim.
Teğmen Naci Beyin şiddetli sarsıntıları, daha doğrusu beni sürükleyerek uyandırması olmasaydı, bu koyu karanlıklar içerisinde kalmaklığım muhakkaktı.

Gözlerimi açtığım zaman, yüzbaşının emri ile getirtilen hayvanlara cephane ve tüfeklerin acele olarak bindirilmekte olduğunu gördüm.
Yüzbaşı, sabaha pek az bir vakit kaldığından cepheyi süratle terk ederek uzaklaşmamızı emretmişti.
Tabur komutanı Süleyman Beyin yaralanarak gitmesi üzerine tabur bizim yüzbaşının emri altına girmiş bulunuyordu. Birinci Tabur Komutanı Şeref Beyin de yaralanarak gittiğini öğrendik.
Bölüğü önüme kattım, seri, fakat muntazam olarak ricate başladık.
Cepheden dört yüz metre kadar uzaklaşmıştık ki, tan yeri ağarmaya, yek diğerine zıt beyaz ve siyah iki rengin çarpışmasından titrer gibi görünen ecsamın eşkâli belirmeye başlamıştı.
Ortalık tamam ile ağardığı zaman, terk ettiğiniz hattımızın bir az gerisindeki tepelere yetişmiş bulunuyorduk.
Düşmana sezdirilmeden yapılan bu ricat cidden mahirane olmuştu.
Düşman karşısında bırakılan ufak bir kıta biz uzaklaşıncaya kadar düşmanı oyalamış ve bir az sonra da bize iltihak etmişti.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder