Geceyi sık fundalıklı bir dağın eteğinde geçirdik.
Sabah rüzgârının serin ve saf esişleri ile güneşin ruhu
okşayan tatlı sıcaklığı yüzümüze neşe ve hayat serpiyordu. Küme küme fundaların
koyu yeşil gölgeleri güneşin sarı renkleri ile karışarak dağın eteklerine doğru
ince ve hafif yeşil bir sis halinde yükseliyordu.
İşte bu zamanda, bu fundalar arasında gece uykusundan
uyanarak kaynaşan bir tümen vardı. Düşman onun mevcudiyetinden zerre kadar
haberdar değildi.
Buraya hareketimizden evvel Tümen Kumandanı Albay Naci Bey subayları
toplayarak, taarruz mıntıkasına harekette takip edilecek usul hakkında izahat
verdi:
Düşmanın nerelerde hangi tümeninin bulunduğu ve vaziyetlerini
birer birer anlattıktan sonra düşmana sezdirmeden en yakın mesafelere kadar
sokulmamızı ve bunun yerine getirilebilmesi için de emin bir yürüyüş
sisteminden bahsetti. Bu sistem en ince teferruatına kadar şunlardan ibaret
idi: Geceleri madenî seslere mani olunması, kişneyen hayvanların gerilerde terk
edilmesi, düşmana gönderilen keşif bölüklerinin en son noktaya kadar
yaklaştıktan sonra arka kısmı kapalı fenerlerini uzaktan görülebilecek bir yere
dikerek bulunduğu yeri arkadan gelecek kıtasına bu şekilde bildirecek.
Daha sonra harekete geçilmiş, gece yürünerek ve gündüz fundalar
arasında yatılarak buraya kadar gelinmişti.
25 Ağustos 1922
Saat dokuz sularında Alay Komutanı Rıza Bey alayın tekmil subaylarını
tepenin hâkim bir noktasında toplamıştı. Önüne açtığı harita üzerinde uzaklarda
görünen azametli bir dağı göstererek: "İşte TINAZ
TEPE denilen müstahkem düşman mevzileri burasıdır." dedi. Harita
üzerinden ölçtük, bulunduğumuz yer ile o tepe arasında yedi kilometre mesafe
vardı.
Rıza Bey: “Şimdi," diye sözüne devam etti: "Oraya
bir subay keşif kolu gidecektir. Bu keşif kolunun vazifesi bizimle ora
arasındaki yolun vaziyetini tespit etmek, gece de taburları o istikamete
götürmektir."
Sekiz subay derhal ayrıldı.
Pek muhterem bir zat olan Tabur Komutanım Hilmi Beye ben de
gitmek istediğimi söyledim, müsaade etti.
Bir er gibi silahlanmış olan subaylar arasında ben silaha
lüzum görmedim.
Bir az sonra tepeden inmeye başladık. Aşağılarda sık ve uzun
ağaçlıklı ince bir yol ve bu yolun solundan hafif şırıltılarla ince bir hat çizerek
düşman istikametine akan derecik vardı.
Bir müddet yürüdükten sonra gittikçe güzelleşen bu yerlerin
bize yeşil tebessümlerle yeşil sinelerinde bir lahza istirahat teklifinde
bulunduklarını görüyor, bu davetlere: "Aman ne kadar güzel yerler. Şurada
beş dakikacık olsun oturalım." diyerek rast gele çimenlerin üzerine oturuyoruz.
Ara sıra yürümenin hâsıl ettiği susuzluğu, çakıl taşları
arasından akan berrak ve buz gibi suya avuçlarımızı daldırıp üşüye üşüye, kana
kana içtikten sonra yolumuza devam ediyoruz.
Öyle bir yol ki, biz ve tabiat karşı karşıyayız.
Çok derin sessizlik var.
Uçuşan kuşların çığlıkları, dalgın ve gözleri ilerde yürüyen
arkadaşların ara sıra birbirlerine kesik kelimelerle bir şeyler soruşları ve
sonra muntazam, dikkatli bir yürüyüş.
Düşmana yaklaştıkça tertibat alıyoruz. Hareketlerimiz bir az
daha ağırlaşıyor. Yolumuzun sağına tesadüf eden, yanından geçtiğimiz bir köy
görüyoruz.
Belki bizim gibi buralarda dolaşan düşman keşif kolu da
vardır. Bu yüzden ani bir taarruza uğramamak için görünen köyü tarassut
ediyoruz.
Köy boş ve harap. Hiçbir hayat emaresi görünmüyor.
Burayı geçiyoruz. Artık ağaçlık bitiyor. Çıplak bir arazi
bize somurtkan bir çehre ile bakmaktadır.
Her yere hâkim bir durumda bulunan Tınaz Tepe nereye gidilse
görünebileceğinden en ufak bir çukurdan, en küçük bir tümsekten istifade ederek
ve birbirimizden ayrı olarak ilerideki yayvan sırtlara yaklaşıyoruz.
Bir iki sırtı eteklerinden kıvrılarak geçtikten sonra
önümüzde bir tepe görünüverdi. Bu tepeye yavaş yavaş ve sürünerek tırmanmaya
başladık.
Ben öyle bir noktaya geldim ki, başımı hafifçe kaldırdığım
zaman TINAZ'ı karşımda, kucağına sakladığı esrarı mağrur bakışlarla bana
gösterir buldum. Dürbünümü gözlerime yaklaştırınca hayretten titredim, elimde
olmayarak dudaklarından dökülen bir kaç kelime bu sessiz tepenin sararmış
otları arasından, düşmanın çehresine en yakın mesafeden birer HAKARET BOMBASI
gibi savruluvermişti.
Cephenin "KİLİDİ" diyorlardı burası için. Hatta
kapısı idi burası.
Öyle bir kapı ki; onun kırılıp yıkıldığı gün, bizim de
Kurtuluş günümüz olacaktı. Bu kapıdan bir yıldırım hızı ile girecek olan TÜRK
ORDUSU bundan daha müthiş bir kapı ile karşılaşamazdı.
Tınaz'ın eteklerinden başlayan tel örgülerden bir kaç
sırasını buradan görebiliyordum. Bu tel örgülerine yüksekten bakan siperleri
seyrederken onların yapılış tarzı yüreğime su serpti:
Sanki gözlerimin önünde o siperlerin, muharebe başladığı
zamanki halini görür gibi olmuştum.
Bu defa da elimde olmayarak sevinçten konuşuvermiştim. Neler
söylediğini hatırlayamıyorum. Oralara bakarken hatırladığım bir şey varsa:
Yukarılarda belirttiğim KOKAR TEPE Muharebesindeki dolma siperlerimizin düşman
topçusu tarafından ne hale getirildiği idi.
Tınaz Tepe istihkamatının dolma taş siperlerle yapılması,
burasının da bizim şiddetli top ateşimiz altında bir cehennemi andıracağı
ihtimali bana pek tabii gelmişti.
Bunları düşünürken siperlerin gerisinden bir adem göründü.
Sallana sallana gelerek taşların üzerine çıktı ve bir duvarın üzerinde oturur
gibi ayaklarını siperlerden aşağıya doğru sallandırarak bir sigara yaktı.
Eteklerine kapanmış, sinmiş ve çökmüş, birer baş gibi duran
şu zavallı tepeciklere yükseklerden asırlarca mütehakkimane bakan TINAZ'ın
tepesinde, ondan daha mağrur ve hâkim bir tavır ile içerisine sindire sindire
içtiği sigarasının dumanlarını savurarak ufuklara lakayt ve korkusuz bakan şu
adam, burnunun dibine kadar sokulan bir subay keşif kolundan bihaber, hatta son
günün, son manzarasının, şurada tatlı tatlı içtiği son sigarasının ve her şeyin
sonu olduğundan bihaber.
Bir müddet sonra arkadan gelen birisine dönerek bir şeyler
söyledi ve yine geldiği gibi uzaklaştı.
Biz de gizlene gizlene eski ağaçlık mıntıkaya geldik. Akşam
yaklaşmış, güneşin rengi sararmaya başlamıştı.
Kıtamıza döndüğümüz zaman kendimi çok bitkin hissettim.
Sabahtan beri ağzıma bir lokma ekmek koymamıştım. Bayağı hastalandım.
Alay Komutanı çay içiyordu. Bize de birer çay söyledi. Bir
müddet sonra da akşam yemeğini yedik.
Nihayet tümen göründü. Grup eden güneşin son kızıl rengine
boyanmış, bir süngü ormanı halinde geliyor, tepenin bir az gerisinde bütün
setleri yıkıp aşmaya hazırlanan coşkun bir sel gibi toplanmaya başlıyordu.
Bu sel, bir az sonra ovaları sarsacak, Tınaz'ın eteklerine
yığılacak, yüksele yüksele o mağrur başı aşarak Akdeniz’e doğru bütün hızı ile
akmaya başlayacaktı.
Keşif bölükleri hareket ettiği zaman gece hayli ilerlemişti.
Telefon yüzümüzü güldüren haberler veriyor: Keşif kıtalarından
birisinin düşmana iki yüz metre mesafeye kadar sokulduğunu öğreniyoruz.
İşte bu anlarda alayımız taarruz istikametine doğru harekete
geçti. Herhalde sabaha karşı Tınaz'ın eteklerine varmış bulunacağız. Şafak ile beraber
de taarruz başlamış olacaktı.
Keşif Bölüklerinin fenerleri uzaktan göründü.
Bu iki yüksek dağ arasındaki yedi kilometrelik sahada
binlerce insanın karanlıklar içerisinde derin bir sessizlikle aynı istikamete
yürümesi insana tatlı bir ürperti veriyor.
Karanlığı delen her adım, geçen her dakika, düşman ile aramızdaki
mahremiyeti bir az daha gideriyor.
Yanaşıyoruz.
Öyle bir yere geldik ki, artık Tınaz'ın karaltıları ile
yıldızların pırıltıları birbirine karışmış gibi. Tınaz ile sema, karşımızda
siyah bir yazı tahtası şeklini alıyor. Biz bu siyah tahta üzerinde dünyaca
halli gayri mümkün görünen bir meseleyi mutlak surette hal'le gelmiş bulunuyoruz.
Yıllarca uzayan bu mesele yarın güneş ile birlikte Tınaz'ın
üzerinden halledilmiş bir şekilde yükselecek ve batı istikametine doğru ilerleyecektir:
TÜRK MİLLETİ+ZAFER=İSTİKLAL
Sabaha karşı sağ tarafımızdan ansızın bomba ve piyade atışı
başladı. Bir az sonra yaralıların geçtiğini görüyoruz. Bu sıralarda Feyzi isminde,
Trabzonlu bir subay yaralı olarak yanımızdan geçti. Kendisinden sorduğumuz zaman,
düşmanın sol cenahından bir kısım siperlerinin tarafımızdan işgal edildiği
müjdesini verdi.
26 Ağustos 1922
Tan yeri ağarmaya başladı.
Bölükler avcı hattında Tınaz'ın eteklerine doğru ilerlemeye
başladılar. Düşman da bu avcı hatlarımıza şiddetle mukabelede bulunuyordu. Bizim
topçumuzun ateşi de başladı. Böylelikle gittikçe sıklaşan top ateşi, ardı arkası
kesilmeyen müthiş bir uğultu halini almıştı.
Karşımızda Tınaz feveran etmiş bir yanardağ halinde
dumanlara bürünmüş, aşağılara doğru binlerce kaya parçaları uçuşuyor.
Birdenbire düşmanda ses seda kesiliverdi.
Nerede avcı hattımıza ateş edenler?
Piyadelerimiz, hurdahaş olan tel örgülerden sıçrayarak bütün
süratleri ile koşuyorlar. Tüfekleri hayvanlardan indirmeye lüzum görmeden piyademizi
takip ediyoruz. Tel örgülerin yanından geçiyoruz. Kayaların dibinde,
başlarından yaralanarak şehit olmuş bir kaç er ile bir subay görüyorum.
Subay, başından aldığı yarayı mendili ile sarmış, mendil
kızıl bir renk almış, bu vaziyette elini tel örgüsüne uzatmış ve şehit olmuş.
Şehitlerimizin yaraları hep başlarından.
Sabah olur olmaz kayaların dibinden Tınaz'a yükselen bu
kahraman başlar, kendilerine kuş bakışı bakan siperlerden görünerek oldukları
yerlerde şehit edilmişlerdi.
Helezoni bir yol takip ederek tepeye çıktık.
Siperlerin üzerindeyim.
Siperleri işgal eden kahraman Mehmetçikler durmayarak
düşmanı önlerine katmış kovalıyorlar. Artık düşman ovaya düşmek üzere.
Tümen Kumandanı Naci Bey bu sırada yanıma geldi. Sevinç
yaşları parlıyordu gözlerinde.
Tümeninin her subayı ile yakından alakadar olan ve hepsine
sırası geldikçe mesleklerine göre uzun uzadıya ders vermekten zevk duyan, çok
muktedir, faal ve çalışkan, çalışmaktan yılmayan bir kumandan olan Naci Bey,
bana ismim ile hitap ederek:
"Safa, düşmanın mukabil taarruza geçmesi ihtimali var.
Bu halin vukuunda senden hizmet beklerim. Tüfeklerini al, şu düşman siperlerini
baştan aşağı yürüyerek en uçtaki buruna kadar git. Orada bekle. Mukabil
taarruzu şiddetle karşıla." dedi.
Emri derhal yerine getirmeye hazırlanıyordum ki, o sırada,
tam yerinde söylenmiş ve yapılmış bir harekete şahit oldum:
Karşımızda, esir edilmiş kalabalık bir kafile belirdi.
Bunları geriye götürmek üzere yedi, sekiz er tayin edilmişti. Tümen Kumandanı
kaşlarını çatmış, esirleri götürmekte olan erleri durdurarak:
“Bu ne? Bunlara kıymet mi veriyorsunuz? Yedi, sekiz er ile
geriye gidiyorlar, ayıptır, ayıp. Bunlara iki kişi bile çoktur." dedi.
Simalarından korku ile karışık hayret alaimi görünen ve bu
hallerinden memnuniyet izhar eden bu sürüyü iki er önüne katmış götürürken ben
de tüfeklerimi indirtmiş, siperin içerisine girerek ilerlemeye başlamıştım.
Siperler o kadar muntazam yapılmıştı ki, her on beş, yirmi metrede
bir geniş odaya tesadüf ediliyor. Bu odalarda karşılıklı bir kaç yatak var.
Yatakların yanı başına açılan pencerelerden görünen manzara fevkalâde idi.
Tayyarede uçuyormuş hissini veriyordu insana. Yatakların karmakarışık bir halde
bulunması, sahiplerinin neye uğradıklarını bilemeyerek terk edip kaçmış
olduklarını gösteriyordu. Pek çok da askeri eşya vardı.
Bir kavis çizerek geriye doğru kıvrılan siperlerin ucuna
kadar gittik.
Burası, Tınaz'ın bize nazaran en solu. Burada Tınaz
istihkâmatı bitmiş bulunuyordu.
Arada geniş bir boşluk ve sonra üzeri bulunduğumuz yerden
bir tabak gibi görünen fundalıklı bir dağ silsilesi başlıyor.
Süvarilerimizin bu boşluktan akın yapmak üzere bir zincir
gibi dağın eteklerinden ilerlediğini görüyorum.
Tınaz'ın solunun en son siperi üzerine konan makinalı tüfeklerimiz,
bir kartal yuvasını andıran bu koltukta düşmanını gözetleyen iki korkunç siyah
göz gibi ufuklara dikilmiş, icabında kahraman Mehmetçiklerine kanat gerecek bir
şekilde sessiz bekliyorlar.
Siperlerin sola kıvrılması neticesi olarak oldukça ileri
çıkmış bir durumda bulunduğumuzdan, solumuzda düşmanla çarpışan ve cephesini
henüz yaramamış bir halde bulunan On dördüncü Tümen ile düşman hareketini
tamamıyla görebiliyorduk.
Mevkiimiz hâkim olmakla beraber mesafe de çok uzaktı.
Bir tecrübe yaparak düşman gerisini ateş altına almak
istedim. Fakat maalesef, bir şeride yakın mermimizden tarassut mümkün olamadı.
Bir iş yapamamaktan mütevellit azap içinde seyirci kalmaya mecbur olduk.
Dürbünüm ile her safhasını yakından takip ettiğim bu
muharebe bana hayatımın en heyecanlı ve tatlı zamanını yaşattı.
Gördüğüm ilk vaziyet şöyle idi:
Düşman ile bizimkiler arasında beyaz bir şerit gibi uzanan
siperlerin düşman tarafından terk edilmiş olduğu, açık arazide fundalıklar içerisinde
yatan kıtalarımızın da bu durumdan malumatı olmaması. Bundan da anlıyorum ki; düşman,
kıtalarımızın şiddetli taarruzunu bir müddet karşıladıktan sonra siperleri
bırakıp kaçmış. Bu halden de henüz bizimkiler haberdar bulunmadıklarından bu
siperler düşman ile bizim aramızda metruk kalmıştır.
Nitekim düşmanın gerisine baktığım zaman, çamurdan yapılmış
evcikler ve çadırlar görüyorum. Bunların etrafında bir kaynaşma, terk edilmiş
siperlere doğru korkak ve mütereddit bir hareket var. Bir asker omuzunda
büyükçe bir silah taşımaktadır. Anlıyorum ki, otomatik bir kıta boş siperlere doğru
sevk edilmektedir.
Bizim tarafa baktığım zaman, yatmakta olan bölüğümüzde de
aynı kaynaşmanın başladığını görüyorum. Bizden bir er tek başına siperlere
doğru koşuyor.
Bu hareket kalbimi bir lahza durdurur gibi oldu.
Nispetsiz görünen bu siper işgaline, bu müthiş ve heyecanlı
sahneye korku ve meraktan büyüyen gözlerimi kırpmadan bakıyorum.
Bir tarafta otomatik makineli, bir tarafta aslan Mehmetçik.
Düşmanın otomatik makinalısı bize nazaran siperin sol köşesinden
girerek, kıvrıla kıvrıla ortaya doğru gelmeye başlamıştı ki, kahraman Mehmetçik
de siperlere yanaşmış bulunuyordu.
Bizim bu tek erimizin ileriye atılışından bir az sonra
ikinci ve üçüncü erler de onu takip ettiler. Topçumuz da tam bu sırada düşman
siperleri üzerinde bir kaç mermi patlatmış, Mehmetçiğin bulunduğu yeri duman
içerisinde bırakmıştı.
"Eyvah, bir kahraman kaybettik." diye teessürle
mırıldandım.
Fakat duman açılınca gördüğüm şeamet karşısında gözlerimi
dolduran yaşlara gayri ihtiyari yol verdim.
Hep birlikte: “Yaşşaaa...” diye bağırıyorduk.
Mehmetçik bir eli ile çantasının arkasından çıkardığı
kırmızı flamayı sallayarak topçumuza ateş etmesini bildirirken diğer eli ile de
siperin bir köşesinden, eğilip kalkarak süngü muharebesi yapıyordu.
Düşman, bir an içinde geriden yetişen ve birbiri arkasından
gelmekte bulunan Mehmetçikleri görerek firar ederken tekmil bölüğün "MARŞ
MARŞ" la siperleri işgal ettiğini gördüm.
Bir aslanın yardımı ile bir siper işgal ediliyor, bir süngü,
otomatikli bir düşman kıtasına meydan okuyordu.
O gün ben bunu gördüm. Gözlerim böyle bir sahneye şahit
olmak bahtiyarlığına erişti.
Bu gün de Ata’mın gür sesi kulaklarımda çınlıyor:
"BİR TÜRK DÜNYAYA BEDELDİR."
Tümen Kumandanının emri mucibince bulunduğumuz yerde
neticeyi beklemekteyiz.
Üzerimizden ne bir mermi, ne de bir kurşun geçiyor.
Düşmanı takip eden kıtalarımız da bizden epeyce uzakta
bulunuyor.
Güneş de kızdırmaya başlamıştı.
Bu yüksek dağın eteğinde kavruluyoruz. Siperlerin taşları fırından
yeni çıkmış kızgın birer tuğla halinde. Mataralardaki sular da ısınmış. Bu ılık
sularla dudaklarımızı ıslatıyoruz.
Bu sırada düşmanı takip eden kıtalarımızın geri çekilmekte
olduğunu görüyoruz.
Bizim taraftan geçen bir kaç er parmakları ile ileriyi göstererek:
“Piyadelerimiz çekildiler. Önümüzde düşman var.” diyorlar.
Evet, aldığı taze kuvvetlerle düşman mukabil taarruza geçmiş
bulunuyordu.
Tüfek başında ateşe hazırız.
Düşmanın çıkması ihtimali olan yer ile bizim aramızda yüz
elli metrelik bir mesafe var.
Aradan beş dakika geçmemişti ki, karşımızda göğüs hedefi
gösterdikten sonra birden yatan bir adam gördük. Bu adamın gözlerine doğru
kalkan ellerinden anlıyoruz ki; dürbünü ile bize bakmaktadır.
Bir müddet sonra şarapnel yağmuruna tutulduk. Mermiler nerede
ise tam isabet kaydedecekler.
Dürbünü ile bize bakan adam, düşmana ait topçu subayı idi.
Her iki tüfeği derhal bu hedefe tespit ederek ateş açtırdım.
Hedef derhal kayboluverdi.
Gözünden mahrum olan topçu da rast gele savuruyor. Tehlikeyi
şimdilik atlatmış bulunuyoruz.
Fakat bu adam başka bir yerden çıkarak bize muhakkak
şiddetli bir darbe indirmeye çalışacaktır. Bundan hiç şüphe etmemekteyim.
Nişancılarım bu ihtimali göz önünde tutarak parmakları
tetikte ateş etmeden, namluların birini sağdan sola, diğerini de soldan sağa
doğru yavaş yavaş gezdiriyorlar. Nihayet hedef birdenbire görünüverdi. Görünür
görünmez de ellerini havaya kaldırarak arkası üstü yuvarlanıverdi. Nişancılar
vazifelerini yerine getirmişlerdi.
Rahat ve geniş bir nefes aldık.
Karşımızda fazlalaşmakta bulunan hedeflerle ateş teatisine
başladık.
Zaman ilerlemiş, güneş gün ortasını çoktan aşmış bulunuyor.
Tınaz'ın solundan ilerleyen düşmanın arkamıza düşmek üzere
bulunduğunu haber verdiler.
Bölük Komutanım Hulusi Bey'den şu emri aldım:
“Tüfekleri süratle geriye çekiniz.”
Tüfekleri, bölük komutanının bulunduğu yere getirdik.
Karanlık basmak üzere.
Alayımız, Tınaz'ın göğsünde hattı balâya yakın bir mahalde ihtiyattadır.
Akşama kadar devam eden düşmanın mukabil taarruzu Tınaz'ın
ancak bir kaç siperleri alınmak suretiyle durdurulabilmiştir.
27 Ağustos 1922
Sabaha kadar gözlerimizi kırpmadan bekledik. Nihayet sabah
da olmaya başladı.
Bizi bir gece olsun misafir etmeden bırakmak istemeyen
Tınaz'ın üzerinden, daha dün düşmanın bize baktığı gibi geldiğimiz yerlere
bakıyoruz.
Güneş altın dişlerini bize göstererek tebessüm ederken,
Tınaz'ın kuytularında gecenin mahmurluğu el an yaşıyor.
Bu kuytulardan bize doğru ilerleyen bataryalarımız göründü.
Düşman erkenden top ateşine başlamış, obüsleri ile başımızın
üzerinde dolaşıyor. Her taraftan müthiş tarrakalar ve koyu dumanlar yükselmekte.
Bir az sonra cebel bataryalarımızın Tınaz'ı tırmanmakta
olduğunu sevinç ve hayretle görüyoruz. Yanımızdan geçiyorlar. Bizden bir az
ilerimizdeki alayımızın saflarında da mevzie girdiler.
Yerden biter gibi, Tınaz'ın eteklerinden tam mevcutlu bir alayın
(Sekizinci Alay) sür'atle gelmekte olduğu göründü. Gelir gelmez de siperlere
girdi.
Bir az sonra cebel bataryalarımız düşmanın yüzüne tükürür
gibi çok yakından şiddetli ateşe başladı.
Topların yanında yatan Mehmetçiklerin, dumanlar içerisinden
birer şimşek gibi parlayan süngülerinin arkasından heybetli vücutları bir daha
yatmamak üzere dikiliyor. Atılan sert adımlar bir daha bükülmemek üzere İZMİR'e
doğru akıp gidiyordu.
Toplar sustu, sesler kesildi.
Susan bu madeni sesleri Mehmetçiklerin "ALLAH
ALLAH" sesleri takip etti.
Öyle bir saldırıştı ki bu, şu cılız düşman sürülerinin
korkularından silahlarını bırakıp selameti firarda aramalarından başka yapacakları bir iş kalmamıştı.
Alayımız da derhal harekete geçti.
Tınaz'ı aşıyoruz.
Onun, o muhteşem dağın ovaya doğru yaydığı, farbelalı
eteğinin son kıvrımının ucundan, geniş ovanın Bal
Mahmut İstasyonu’na uzanan kısmındaki düşmanın perişan vaziyetini seyrediyoruz.
Terk
edilmiş toplar vardı yanımızda.
İlk Taarruzda Yüzbaşı Ali Bey buraya kadar gelmiş, bu metruk topları düşmana çevirmiş, askerleri arasından seçilen bir kaç er ile bir kaç mermi atabilmiş ve açıkta endaht edilen bu toplar, düşmanın Bal Mahmut İstasyonundaki büyük topları tarafından ateş altına alınarak Şehit edilmişti.
Ova bir mahşeri andırıyordu.
Açılan gedikten giren Süvarilerimiz yıldırım sür'ati ile düşmanın önünü kesiyor, ovanın her tarafında birer yığın halinde bulunan toplu düşman kıt'alarının başlarında birer Süvari bırakılarak ilerilere, İstasyon istikametine doğru dört nala gidiyorlardı.
Bir az evvelki top ve tüfek gürültüsünün yerinde şimdi koca ovada sessiz hareketler görünüyordu, Süvarilerimizin önünden kaçamayacaklarını anlayan topçular bir an duruyorlar ve koşumlarını kestikleri hayvanlara atlayarak topları terk ediyorlardı.
Bal Mahmut İstasyonunda, korkunun verdiği heyecandan kalbi şiddetle çarpan insanlar gibi sık sık nefes alan bir trenin, çıkardığı koyu dumanlardan fazla bekleyemeyeceğini anlatan telaşlı haykırışlarını işitiyoruz.
Son ve tiz bir düdüğü müteakip siyah ve uzun bir vagon sürüsü Batı’ya doğru son sür'atle kaçarken, bu canlı filmi seyreden alayımız da ovaya doğru yürüyüş kolunda iniyordu.
Yurdun bağrında çarpışan Ordu'ya iltihak için yola çıktığı bir deniz kenarından, düşmanını döktüğü diğer deniz kenarına: SAMSUN'dan İZMİR’e ve KARADENİZ'den AKDENİZ'e, şan ve şeref ile ulaşmış Kahraman bir Fırkanın (Tümen) bir cüzü olan bu Bölük ve TAKIM, Savaş'ı işte böyle kazandı.
Bu yazılar ne bir Fırka, ne bir Alay ve ne de Taburun. Sırf bir Bölüğün, hatta bir TAKIMIN hatıralarıdır.
Hayatımın en tatlı ve heyecanlı günlerine ait bu yazılar, Bölük ve Takımımın malıdır.
Benim de onlarla birlikte sevgili Yurduma küçük bir hizmetim dokunabildi ise NE MUTLU BANA.
İlk Taarruzda Yüzbaşı Ali Bey buraya kadar gelmiş, bu metruk topları düşmana çevirmiş, askerleri arasından seçilen bir kaç er ile bir kaç mermi atabilmiş ve açıkta endaht edilen bu toplar, düşmanın Bal Mahmut İstasyonundaki büyük topları tarafından ateş altına alınarak Şehit edilmişti.
Ova bir mahşeri andırıyordu.
Açılan gedikten giren Süvarilerimiz yıldırım sür'ati ile düşmanın önünü kesiyor, ovanın her tarafında birer yığın halinde bulunan toplu düşman kıt'alarının başlarında birer Süvari bırakılarak ilerilere, İstasyon istikametine doğru dört nala gidiyorlardı.
Bir az evvelki top ve tüfek gürültüsünün yerinde şimdi koca ovada sessiz hareketler görünüyordu, Süvarilerimizin önünden kaçamayacaklarını anlayan topçular bir an duruyorlar ve koşumlarını kestikleri hayvanlara atlayarak topları terk ediyorlardı.
Bal Mahmut İstasyonunda, korkunun verdiği heyecandan kalbi şiddetle çarpan insanlar gibi sık sık nefes alan bir trenin, çıkardığı koyu dumanlardan fazla bekleyemeyeceğini anlatan telaşlı haykırışlarını işitiyoruz.
Son ve tiz bir düdüğü müteakip siyah ve uzun bir vagon sürüsü Batı’ya doğru son sür'atle kaçarken, bu canlı filmi seyreden alayımız da ovaya doğru yürüyüş kolunda iniyordu.
Yurdun bağrında çarpışan Ordu'ya iltihak için yola çıktığı bir deniz kenarından, düşmanını döktüğü diğer deniz kenarına: SAMSUN'dan İZMİR’e ve KARADENİZ'den AKDENİZ'e, şan ve şeref ile ulaşmış Kahraman bir Fırkanın (Tümen) bir cüzü olan bu Bölük ve TAKIM, Savaş'ı işte böyle kazandı.
Bu yazılar ne bir Fırka, ne bir Alay ve ne de Taburun. Sırf bir Bölüğün, hatta bir TAKIMIN hatıralarıdır.
Hayatımın en tatlı ve heyecanlı günlerine ait bu yazılar, Bölük ve Takımımın malıdır.
Benim de onlarla birlikte sevgili Yurduma küçük bir hizmetim dokunabildi ise NE MUTLU BANA.
Gazi YEDEK Üsteğmen
Safa Okan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder