30 Ağustos 1922
Dumlupınar Köyü’nün ilerisinde, Cafer Gazi Türbesi
civarında bir az istirahat ettikten sonra 31 Ağustos tarihinde İslâm Köy’e
geldik.
Sabahtan akşama kadar cebri bir yürüyüş ile
dağları, ovaları aşarak Yunan Askerlerinin tahrip ve katliamının önüne geçmeye
bütün gücümüz ile çalışıyoruz.
Uzun bir ovanın nihayetinde kızıl bulutlar
arasından grub eden güneşin bulunduğu noktada muazzam yangın dumanlarının
kahverengi bulutlar halinde yükseldiği görünüyor:
UŞAK YANIYOR.
Bu ovayı ancak gece yarısından sonra bitirebildik.
Uşak'ın yanında da geceyi geçirmeye karar verildi.
Akşam güneşinin Uşak semasından kan ağlayan bir göz
gibi batışı ile sabah güneşinin doğuşu arasındaki zaman zarfında kanayan kalplerimiz
acı burkuluşlarla göğsümüzü deliyor, sızlatıyordu.
Kim bilir, Yunan Tahrip Birliklerinin kahpece işledikleri
zulüm, vahşet ve hunharlık numunelerinden birisine daha şahit mi olacaktık?
Kıta’mız harekete geçti.
Uşak'a giriyoruz.
Şehrin caddesinde bir az ilerledikten sonra sola
saptık. Sokaklar, firar eden Yunan Kıta’larının götürmeye muvaffak olamadıkları
şık ve zarif sigara paketleri ile dolu. O kadar mebzul ki, sokaklara
saçılmasındaki sebebi anlayamadık. Ancak, yakmaya vakit bulamadıklarına
hükmettik.
İki katlı bir binanın önünden geçiyoruz.
Bir kaç merdiven ile çıkılan kapısının iki kanadı
birden açıldı, genç bir kız, sandıktan yeni çıkardığı muntazam katlanmış
çizgilerinden anlaşılan büyük ve ipek bir TÜRK BAYRAĞI’nı her halde ilk defa
açıyordu.
Genç bir erkek ile birlikte bize karşı gerdikleri
bayrağın yanı başında gözlerinden dökülen yaşları sevinç tebessümleri ile mecz
ederek haykırıyorlar, bizi selamlıyorlardı.
Uşak'ı ne zaman hatırlasam, taze ve canlılığı ile
karşımda o KURTULUŞ GÜNÜ’nü tasvir eden bu levhayı görür gibi olurum.
Lakin gülerken neden ağlıyor bu gözler?
Sevinçten ziyade büyük bir elem ve sonsuz bir acının
ifadesi olan bu haykırışlar neden?
Bir az ilerledikten sonra yürüyüş kolunun tam ortasına
düşen müthiş bir bomba gibi kalpleri, dimağları yakıp kavuran ve beşeriyet için
lanet ile karşılanan, medeniyet mefhumlarını yok edip kaldıran, vahşet devrine
parmak ısırtan, gelecek nesillere istiklal hakkında çok acı bir ibret dersi
vermiş bulunan şu küçük Yunan’ın başından büyük halt karıştırması, Kahraman
Türk Askerini bir anda çelikleşmiş bacakları üzerinde sarstı, zangır zangır
titretti adeta.
Büyük bir zelzele olmuştu sanki.
Yanı başımda yürüyen, babayiğit, yağız çehreli sakin
Askerler bu kahpelik karşısında kükremiş aslanlar oluvermişlerdi sanki.
"Allah, Allah" diye ağlıyorlar, bütün
güçleri ile omuzlarında sallanan tüfeklerinin kayışlarına koparırcasına asılıyorlardı.
Asker durdu.
Hem de çivilenmiş gibi durdu.
Gitmiyor, gidemiyordu.
Yarısı yanmış bacaklarla kollar, takallüs etmiş
parmaklar, teşhis edilmesi müşkül vücutlar dumanlar arasında yanıyorlardı.
Bu insanlar bu binaya doldurularak yakılmış bir
yığın zavallı çoluk, çocuk, kadın ve silahsız insanlardı.
Dünyanın en mert, asil ve dindar bir Askeri olarak
tanınan, esirini değil öldürmek, O'na el kaldırmayı bile yakıştırmayan Türk
Askeri bu manzara karşısında çılgına dönmüştü.
Bundan sonra onları zabdetmek kimsenin harcı
değildi artık.
Bundan sonraki olaylarda bir fevkaladelik olmuşsa
bunlar, Uşak'ta, Yunan Kıta’ları tarafından irtikâp edilen bu hunhar
hareketlerin doğurduğu neticelerdir.
İnsan, ne yaparsa kendisine yapar. Onlar da bu
hareketleri ile kuzu gibi bir Askerin damarlarındaki kanı tutuşturmuş, harp
kaidelerine riayet eden mert bir Askeri Mecnun'a döndürmüştür.
Bu Uşak hadisesi Türk Süvarilerini kanatlandırmış,
Türk Piyadelerini de Süvari derecesine çıkarmıştır.
Süvarilerin İZMİR’e girişini Piyadelerin aynı zamanda takip edişi, tarihte misline tesadüf edilmemiş bir hadisedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder