Siper diye bir şey yoktu.
Efrat, güneş yükselirken ellerinde kazma ve küreklerle siper
kazmaya çalışıyorlardı. Kâmilen taşlık olan bu tepelerde kazmanın ucu kadar
bile çukur açmanın imkânı yoktu.
Bu hali gören Askerler etraftan taş toplayarak birer baş siperi yapmaya başladılar.
Terk ettiğimiz tepelerden düşman yürüyüş kolları inmeye başladı. Tam bu sırada da bulunduğumuz sırt müthiş bir top ateşi altına alındı. Bu yüzden sırtın gerisine çekilmek mecburiyetinde kaldık.
Bu arada tuhaf bir tehlike de atlattım:
Sanki bir el beni kolundan tutarak büyük bir kayanın arkasına fırlatmıştı. Düştüğüm kaya ise elektriklenmiş bir cisim gibi sallanıyordu. Koyu ve boğucu bir duman içerisinde kalmıştım. Bu barut gazından kendimi kurtarmak için kalkmak istediğim sırada ikinci bir mermi aynı kayaya bir kere daha isabet etti.
Duman nefesimi tamam ile kesmişti.
Acı acı öksürerek bulunduğum yerden kalktım.
Duman açıldığı zaman: "Bak bak, şurada birisi ölmüş." diye beni gösteren askerler kalktığım zaman sevinç ile gülüştüler.
Bombardıman devam ediyor.
Bu hali gören Askerler etraftan taş toplayarak birer baş siperi yapmaya başladılar.
Terk ettiğimiz tepelerden düşman yürüyüş kolları inmeye başladı. Tam bu sırada da bulunduğumuz sırt müthiş bir top ateşi altına alındı. Bu yüzden sırtın gerisine çekilmek mecburiyetinde kaldık.
Bu arada tuhaf bir tehlike de atlattım:
Sanki bir el beni kolundan tutarak büyük bir kayanın arkasına fırlatmıştı. Düştüğüm kaya ise elektriklenmiş bir cisim gibi sallanıyordu. Koyu ve boğucu bir duman içerisinde kalmıştım. Bu barut gazından kendimi kurtarmak için kalkmak istediğim sırada ikinci bir mermi aynı kayaya bir kere daha isabet etti.
Duman nefesimi tamam ile kesmişti.
Acı acı öksürerek bulunduğum yerden kalktım.
Duman açıldığı zaman: "Bak bak, şurada birisi ölmüş." diye beni gösteren askerler kalktığım zaman sevinç ile gülüştüler.
Bombardıman devam ediyor.
Herkesin birer, ikişer sürünerek kendilerine siper
hazırlamaları emredildi. Ateş altında birer baş siperi yapıldı. Bir taraftan
yazın kavurucu güneşi, diğer taraftan açık arazide her an başımızın üzerinde
patlayan şarapnel altında akşam olmasını bekledik.
Ömre bedel bir bekleyişti bu. Her dakikası, görünmeden düşecek bir çelik parçası ile delinmeye mahkum yüzlerce insan vücutlarının mütevekkilâne bekleyişi.
Görünürde ne gelen var, ne de vızıldayarak geçen bir kurşun.
Yürüyüş kolunda tepelerden inmekte olan düşman da yok olmuş.
Akşam oldu.
Düşman gece hiç bir harekette bulunmadı.
28 Ağustos 1921
Sabah olduğu zaman bir emir verildi:
Bölük sırası takip edilmek sureti ile her subay, tayin edilen tarassut mahalline gidecek, düşmanın harekat ve kuvveti hakkında malumat verecek.
Taburun son bölüğü olduğumuz için bize akşama kadar sıra gelmedi.
Düşmanın pek fazla kuvvetlerinin başka başka yerlerden mütemadiyen çıkmakta olduğunu, tümenimizin cephesinde bunların bir kolordu kadar tahmin edilmekte bulunduğunu tarassuta giden arkadaşların ifadelerinden anladık.
Bölük cephesinden benim gördüğüm vaziyet de şundan ibaret idi:
Uzaklardan çıkarak süratle ilerleyen düşman kollarını topçularımız ateşsiz bırakmıyor, nerede bir kıpırdama olsa demir kollarını derhal uzatarak oraları alt üst ediyordu. Bununla beraber düşman o kadar ihtiyatlı hareket ediyordu ki, bir an içerisinde koca yürüyüş kolları gözden kayboluyor ve bu suretle sabahtan akşama kadar birer ikişer ve bir tek kurşun atılmadan bize yanaşmaya çalışıyorlardı. Düşmanın bu pek gevşek ve çekingen hareketleri şu bir kaç günlük taarruzunda mühim zayiata uğradığını gösteriyordu.
Uzun bir gün geçmek üzere.
Gecenin de çatışmasız olarak ilerlemekte bulunmasına bakılırsa sevk ve idare hususunda geri, daha doğrusu yılgın ve korkak bir düşman ile çarpışmakta bulunduğumuz aşikârdı.
Bahusus, tarassuta gidenlerin, cephemizde bir kolordu kadar tahmin ettikleri düşman kuvvetlerinin karşısında noksan mevcutlu bu Türk tümeninin buradaki vaziyeti, geriye çekilip de hız alarak şikârına saldırmaya hazırlanan bir aslan duruşunu andırıyordu.
Bu gün de geçiyor.
Piyade teması yok.
Halbuki evvelki siperlerimizle bu tuttuğunuz yer arasında üç kilometre ya var ya yok.
Mesafe ve hedefin gündüzden tespit edilmiş olması dolayısı ile ateş gece de bütün şiddeti ile devam ediyor.
Acık arazide olduğumuz halde iki metre önümüzü göremeyecek kadar karanlık bir gece başladı. Görünmeyen ellerin muhtelif noktalardan tutuşturmak istediği siyah bir kağıt halindeki semadan üzerimize korkunç çatırtılarla dökülen ateş yağmuru altında ölüm dakikaları geçirmekteyiz.
Tüfeklerim, efradının başlarını ancak saklayabildikleri siperlerinde, karanlıklar içerisinden gelen seslere kesik ateşlerle cevap verirken ben de onların bir az gerisinde bir taş yığını arkasına yatmış, bu gecenin doğuracağı faciayı düşünüyorum.
Şu bir kaç misli düşmana göğsünü gererek saatlerce dayanan aslan Mehmetçiklerin birer birer yaralanıp yanımdan geçişleri teessürümü arttırıyor. Her an artan bu boşluklardan eksilen tüfek sesleri neticenin yaklaşmakta olduğunu bildiriyordu.
Top ve tüfek ateşi gittikçe sıklaşıyor, yaralı adedi artıyordu.
Altıncı Bölük komutan vekilliğini yapan teğmen Naci Bey de bu sırada yanıma geldi. Gamlı ve titrek bir ses ile bana:
Ömre bedel bir bekleyişti bu. Her dakikası, görünmeden düşecek bir çelik parçası ile delinmeye mahkum yüzlerce insan vücutlarının mütevekkilâne bekleyişi.
Görünürde ne gelen var, ne de vızıldayarak geçen bir kurşun.
Yürüyüş kolunda tepelerden inmekte olan düşman da yok olmuş.
Akşam oldu.
Düşman gece hiç bir harekette bulunmadı.
28 Ağustos 1921
Sabah olduğu zaman bir emir verildi:
Bölük sırası takip edilmek sureti ile her subay, tayin edilen tarassut mahalline gidecek, düşmanın harekat ve kuvveti hakkında malumat verecek.
Taburun son bölüğü olduğumuz için bize akşama kadar sıra gelmedi.
Düşmanın pek fazla kuvvetlerinin başka başka yerlerden mütemadiyen çıkmakta olduğunu, tümenimizin cephesinde bunların bir kolordu kadar tahmin edilmekte bulunduğunu tarassuta giden arkadaşların ifadelerinden anladık.
Bölük cephesinden benim gördüğüm vaziyet de şundan ibaret idi:
Uzaklardan çıkarak süratle ilerleyen düşman kollarını topçularımız ateşsiz bırakmıyor, nerede bir kıpırdama olsa demir kollarını derhal uzatarak oraları alt üst ediyordu. Bununla beraber düşman o kadar ihtiyatlı hareket ediyordu ki, bir an içerisinde koca yürüyüş kolları gözden kayboluyor ve bu suretle sabahtan akşama kadar birer ikişer ve bir tek kurşun atılmadan bize yanaşmaya çalışıyorlardı. Düşmanın bu pek gevşek ve çekingen hareketleri şu bir kaç günlük taarruzunda mühim zayiata uğradığını gösteriyordu.
Uzun bir gün geçmek üzere.
Gecenin de çatışmasız olarak ilerlemekte bulunmasına bakılırsa sevk ve idare hususunda geri, daha doğrusu yılgın ve korkak bir düşman ile çarpışmakta bulunduğumuz aşikârdı.
Bahusus, tarassuta gidenlerin, cephemizde bir kolordu kadar tahmin ettikleri düşman kuvvetlerinin karşısında noksan mevcutlu bu Türk tümeninin buradaki vaziyeti, geriye çekilip de hız alarak şikârına saldırmaya hazırlanan bir aslan duruşunu andırıyordu.
Bu gün de geçiyor.
Piyade teması yok.
Halbuki evvelki siperlerimizle bu tuttuğunuz yer arasında üç kilometre ya var ya yok.
Mesafe ve hedefin gündüzden tespit edilmiş olması dolayısı ile ateş gece de bütün şiddeti ile devam ediyor.
Acık arazide olduğumuz halde iki metre önümüzü göremeyecek kadar karanlık bir gece başladı. Görünmeyen ellerin muhtelif noktalardan tutuşturmak istediği siyah bir kağıt halindeki semadan üzerimize korkunç çatırtılarla dökülen ateş yağmuru altında ölüm dakikaları geçirmekteyiz.
Tüfeklerim, efradının başlarını ancak saklayabildikleri siperlerinde, karanlıklar içerisinden gelen seslere kesik ateşlerle cevap verirken ben de onların bir az gerisinde bir taş yığını arkasına yatmış, bu gecenin doğuracağı faciayı düşünüyorum.
Şu bir kaç misli düşmana göğsünü gererek saatlerce dayanan aslan Mehmetçiklerin birer birer yaralanıp yanımdan geçişleri teessürümü arttırıyor. Her an artan bu boşluklardan eksilen tüfek sesleri neticenin yaklaşmakta olduğunu bildiriyordu.
Top ve tüfek ateşi gittikçe sıklaşıyor, yaralı adedi artıyordu.
Altıncı Bölük komutan vekilliğini yapan teğmen Naci Bey de bu sırada yanıma geldi. Gamlı ve titrek bir ses ile bana:
"Safa, meşum rüyalar ekseriya çıkarlar. Bir rüya gördüm
bu gün. Eğer çıkarsa zımbalanacağız demektir. Temenni ediyorum ki, postun
delinmesi, kalıbı dinlendirmekle neticelenmesin." dedi.
Burada, bu ölüm gecesinde sanki ben kendi hayatımı garanti altına almışım gibi ona bir kaç kelime ile harp sahnelerinin tesiri altında görülen rüyaların nazarı itibara alınamayacağını, bu gibi düşüncelerinin de lüzumsuz olduğunu söylüyor, onun kalbine doğan acılığını gidermeye çalışıyordum.
Yanımızda birden bir ses yükseldi: "Beşinci Bölük’ten yedek üsteğmen Cemil yaralanmış."
Bir az sonra da yanımızdan götürdüler. Onu müteakip Beşinci Bölük Komutanı Çakıcı namı ile maruf yüzbaşı Hüseyin Bey şen bir kahkaha savurarak yanımıza geldi, sevimli ve tatlı sesi ile:
"Çocuklar," dedi, “Arkadaşlar birer birer gidiyorlar. Kendinizi sıkı tutun ha... Nedense benim de yüreğimde bir sıkıntı var."
Ben, "Yüzbaşım," dedim, “Talimhanede değiliz. Şu taşın arkasına oturun da size bir sigara ikram edeyim."
Hey gidi koca Çakıcı; pek sevdiğim bu muhterem ve kahraman asker: "Yok evlat, yok." dedi, "Cemil de gitti. Mehmetçiklerim yalnızdır. Canım da bilirsiniz ki çok tezdir. Ben artık bir yerde duramam, Allahaısmarladık.”
Hüseyin Yüzbaşı cümlesini bitirmesi ile fırlayıp karanlıklar içerisinde kayboldu gitti. Naci ise taşın arkasında sigarasını yakmış, birbiri arkasına çekiştiriyor. Ben de karanlığı delmeye çalışan bakışlarımla ileriyi dinlemekteyim. Artık konuşmuyoruz da. Düşmanın ilerlemekte olduğunu biliyoruz.
Bir aralık tüfeklerimin yanına koştum. Ateş, çavuşlarım tarafından mükemmel idare ediliyordu. Fazla mermi sarfiyatından şimdilik çekinmelerini kesik atışlarla piyadelere uymalarını söyleyerek ve içim rahat olarak yerime döndüm.
Burada, bu ölüm gecesinde sanki ben kendi hayatımı garanti altına almışım gibi ona bir kaç kelime ile harp sahnelerinin tesiri altında görülen rüyaların nazarı itibara alınamayacağını, bu gibi düşüncelerinin de lüzumsuz olduğunu söylüyor, onun kalbine doğan acılığını gidermeye çalışıyordum.
Yanımızda birden bir ses yükseldi: "Beşinci Bölük’ten yedek üsteğmen Cemil yaralanmış."
Bir az sonra da yanımızdan götürdüler. Onu müteakip Beşinci Bölük Komutanı Çakıcı namı ile maruf yüzbaşı Hüseyin Bey şen bir kahkaha savurarak yanımıza geldi, sevimli ve tatlı sesi ile:
"Çocuklar," dedi, “Arkadaşlar birer birer gidiyorlar. Kendinizi sıkı tutun ha... Nedense benim de yüreğimde bir sıkıntı var."
Ben, "Yüzbaşım," dedim, “Talimhanede değiliz. Şu taşın arkasına oturun da size bir sigara ikram edeyim."
Hey gidi koca Çakıcı; pek sevdiğim bu muhterem ve kahraman asker: "Yok evlat, yok." dedi, "Cemil de gitti. Mehmetçiklerim yalnızdır. Canım da bilirsiniz ki çok tezdir. Ben artık bir yerde duramam, Allahaısmarladık.”
Hüseyin Yüzbaşı cümlesini bitirmesi ile fırlayıp karanlıklar içerisinde kayboldu gitti. Naci ise taşın arkasında sigarasını yakmış, birbiri arkasına çekiştiriyor. Ben de karanlığı delmeye çalışan bakışlarımla ileriyi dinlemekteyim. Artık konuşmuyoruz da. Düşmanın ilerlemekte olduğunu biliyoruz.
Bir aralık tüfeklerimin yanına koştum. Ateş, çavuşlarım tarafından mükemmel idare ediliyordu. Fazla mermi sarfiyatından şimdilik çekinmelerini kesik atışlarla piyadelere uymalarını söyleyerek ve içim rahat olarak yerime döndüm.
Sol cenahımızda yüksek bir tepe vardı. Bu tepe tutulan
hattın en mühim noktası idi. İşte bu tepede çok şiddetli bir çarpışmanın başladığı
göründü. Yarım saat sonra da düşman tarafından atılan kırmızı tenvir
fişeklerinden o tepenin düştüğü anlaşıldı.
Her kes biliyordu ki, düşman bir yeri işgal ettiği zaman kırmızı fişek atılır.
Oranın düşmesi, aynı zamanda tüfek adedinin azalması ve düşmanın ise şiddetli ateşe geçmesi cephemizde bir sarsıntı meydana getirmişti.
Sıhhiye, vazifesini ifa edemeyecek bir hale geldiğinden yaralılar kendi kendilerine ve sürünerek geriye çekilmeye mecbur oluyorlardı.
Mehmetçikler bu taşlık arazide bir baş siperi arkasında barınmaya çalışıyorlar, düşmanın bütün kuvveti ile yüklendiğini gösteren şu saatten en son dakikaya kadar sebat ediyor, ya olduğu yerde sessizce ölüyor yahut da akan kanlarını dindirmek için geri çekiliyorlardı.
Öyle bir zaman geldi ki, her taş binlerce mermi, gökten dökülen ölüm yağmuru da bir sağanak halini aldı.
Makinalı tüfeklerimiz kendilerini saklamaya lüzum görmeden sürekli ateşe geçmiş bulunuyordu.
İki, üç misli kuvvet karşısında sipersiz açık arazide erimekte bulunan kıtalar artık çekilmek mecburiyetini hissetmişti.
Kıtasının başına gitmek için yerinden fırlayan Naci acı bir feryat kopardı ve kolundan yaralandığını söyleyerek uzaklaştı.
Her kes biliyordu ki, düşman bir yeri işgal ettiği zaman kırmızı fişek atılır.
Oranın düşmesi, aynı zamanda tüfek adedinin azalması ve düşmanın ise şiddetli ateşe geçmesi cephemizde bir sarsıntı meydana getirmişti.
Sıhhiye, vazifesini ifa edemeyecek bir hale geldiğinden yaralılar kendi kendilerine ve sürünerek geriye çekilmeye mecbur oluyorlardı.
Mehmetçikler bu taşlık arazide bir baş siperi arkasında barınmaya çalışıyorlar, düşmanın bütün kuvveti ile yüklendiğini gösteren şu saatten en son dakikaya kadar sebat ediyor, ya olduğu yerde sessizce ölüyor yahut da akan kanlarını dindirmek için geri çekiliyorlardı.
Öyle bir zaman geldi ki, her taş binlerce mermi, gökten dökülen ölüm yağmuru da bir sağanak halini aldı.
Makinalı tüfeklerimiz kendilerini saklamaya lüzum görmeden sürekli ateşe geçmiş bulunuyordu.
İki, üç misli kuvvet karşısında sipersiz açık arazide erimekte bulunan kıtalar artık çekilmek mecburiyetini hissetmişti.
Kıtasının başına gitmek için yerinden fırlayan Naci acı bir feryat kopardı ve kolundan yaralandığını söyleyerek uzaklaştı.
Tüfeklerimin yanına koştum.
Aylardan beri girdiğimiz muharebelerde, en tehlikeli yerlerde beni görmeden bir adım geri çekilmeyen çavuş ve numara erlerimi tüfeklerinin başında bekler buldum.
Çok sevdiğim aslan yapılı İbrahim Çavuş'a vaziyeti sordum, gözünü ilerilerden bir lahza ayırmayarak cevap verdi:
Düşman henüz pek yakınlarda değildi.
Fakat öyle şiddetli bir ateş altındayız ki, baş kaldırmaya imkân yok.
Bu ateş sahasında Mehmetçik başını kaldırmamış bile olsa, boylu boyunca yatan vücudunu talihe terk etmek mecburiyetinde bulunuyordu.
En son hadde kadar sebat eden ve çok üstün bir kuvvet karşısında süngüsünü kullanmaktan bir fayda temin edemeyeceğini anlayan birlikler ricat ediyorlardı.
Piyadesiz kalan üç tüfekten mürekkep bölüğümü bu zifiri karanlıkta düşmanın kucağına terk etmek bir cinnetti.
Tabur Komutan Vekilliğini yapan Yüzbaşı Feyzi Beye bir er gönderdim. Bulamadığını söyleyerek geri geldi.
Boşalan cephemizde karanlıktan istifade eden düşmanın yan taraflarımızdan arkamıza düşerek, daha çok mühim hizmetler görecek olan tüfeklerimizi göz göre göre tehdit etmesine vicdanım razı olmadı, kararımı verdim; tüfek söktürerek geriye doğru harekete geçtim.
Hem yürüyor, hem de yüksek sesle Feyzi Beye sesleniyorduk.
Bulunduğunuz sırtın eteklerine yakın kuytu bir yerde bir kaç karaltı görerek yanaştık, Üçüncü Tabur Komutanı ile karşılaştık: "Tabur Komutanımı bulamadım, bölüğüm ile emrinize amadeyim." dedim. "Pek âlâ oğlum." diyerek derhal kabul ettiler.
O sırada bir az öteden acı bir ses yükseldi:
"Safa Efendi, ben buradayım, buraya geliniz."
Deminden beri aradığımız Yüzbaşı Feyzi Bey bizim bu hareketimizi görmüş, sıktığı dişlerinin arasından ezilerek çıkan kelimeler hiddetinin derecesini gösteriyordu.
Ben nizamnamenin gösterdiği şekilde hareket etmiş, ilk tesadüf ettiğim amirin emri altına girmiş bulunuyordum.
Mademki yüzbaşı burada mevcuttu, onun yanına gitmekliğim pek tabii idi.
Üçüncü Tabur Komutanının yanından ayrılarak yüzbaşımın yanına geldim.
Kokar Tepe Muharebesinde yaptığı gibi, ileri gitmekliğimi emrediyordu.
Fakat durum, burada, Kokar Tepeninkine hiç benzemiyordu. Orada arkamda tahkim edilmiş bir müdafaa hattı vardı; burada ise bir boşluk.
Biz de gözü bağlı olarak bu boşluk içerisine fırlatılmak istemiyorduk.
Hayret etmemek mümkün mü ?
Bir makineli tüfek kıtası, piyadesiz, silahsız olarak düşmanının ağzına atılıyor, piyadesi çekilmiş bir taburun cephesi ona terk ediliyordu.
Nevrasteni olmasına rağmen bu yüzbaşı benim yüzbaşımdı ne de olsa.
Her girdiğim muharebede ona bir şeref, bir paye kazandırmıyor mu idim?
Benim bir tüfeğim daha bir sene evvel düşmanın taburunu imha ederken onun sicili de her kesin gıpta ettiği bir takdirname ile süslenmemiş mi idi?
"Haydi, Safa," dedim; "Her gittiğin yerden sağ salim dönüyordun, atılacağın bu karanlık kuyudan da bakalım çıkabilecek misin ?"
“Gidiyorum. Yalnız, bizi piyadesiz bırakmayınız" dedim.
Benim bu ricam yüzbaşıyı sükunete getirdi: "Size piyade gönderirim.“ dedi.
Aylardan beri girdiğimiz muharebelerde, en tehlikeli yerlerde beni görmeden bir adım geri çekilmeyen çavuş ve numara erlerimi tüfeklerinin başında bekler buldum.
Çok sevdiğim aslan yapılı İbrahim Çavuş'a vaziyeti sordum, gözünü ilerilerden bir lahza ayırmayarak cevap verdi:
Düşman henüz pek yakınlarda değildi.
Fakat öyle şiddetli bir ateş altındayız ki, baş kaldırmaya imkân yok.
Bu ateş sahasında Mehmetçik başını kaldırmamış bile olsa, boylu boyunca yatan vücudunu talihe terk etmek mecburiyetinde bulunuyordu.
En son hadde kadar sebat eden ve çok üstün bir kuvvet karşısında süngüsünü kullanmaktan bir fayda temin edemeyeceğini anlayan birlikler ricat ediyorlardı.
Piyadesiz kalan üç tüfekten mürekkep bölüğümü bu zifiri karanlıkta düşmanın kucağına terk etmek bir cinnetti.
Tabur Komutan Vekilliğini yapan Yüzbaşı Feyzi Beye bir er gönderdim. Bulamadığını söyleyerek geri geldi.
Boşalan cephemizde karanlıktan istifade eden düşmanın yan taraflarımızdan arkamıza düşerek, daha çok mühim hizmetler görecek olan tüfeklerimizi göz göre göre tehdit etmesine vicdanım razı olmadı, kararımı verdim; tüfek söktürerek geriye doğru harekete geçtim.
Hem yürüyor, hem de yüksek sesle Feyzi Beye sesleniyorduk.
Bulunduğunuz sırtın eteklerine yakın kuytu bir yerde bir kaç karaltı görerek yanaştık, Üçüncü Tabur Komutanı ile karşılaştık: "Tabur Komutanımı bulamadım, bölüğüm ile emrinize amadeyim." dedim. "Pek âlâ oğlum." diyerek derhal kabul ettiler.
O sırada bir az öteden acı bir ses yükseldi:
"Safa Efendi, ben buradayım, buraya geliniz."
Deminden beri aradığımız Yüzbaşı Feyzi Bey bizim bu hareketimizi görmüş, sıktığı dişlerinin arasından ezilerek çıkan kelimeler hiddetinin derecesini gösteriyordu.
Ben nizamnamenin gösterdiği şekilde hareket etmiş, ilk tesadüf ettiğim amirin emri altına girmiş bulunuyordum.
Mademki yüzbaşı burada mevcuttu, onun yanına gitmekliğim pek tabii idi.
Üçüncü Tabur Komutanının yanından ayrılarak yüzbaşımın yanına geldim.
Kokar Tepe Muharebesinde yaptığı gibi, ileri gitmekliğimi emrediyordu.
Fakat durum, burada, Kokar Tepeninkine hiç benzemiyordu. Orada arkamda tahkim edilmiş bir müdafaa hattı vardı; burada ise bir boşluk.
Biz de gözü bağlı olarak bu boşluk içerisine fırlatılmak istemiyorduk.
Hayret etmemek mümkün mü ?
Bir makineli tüfek kıtası, piyadesiz, silahsız olarak düşmanının ağzına atılıyor, piyadesi çekilmiş bir taburun cephesi ona terk ediliyordu.
Nevrasteni olmasına rağmen bu yüzbaşı benim yüzbaşımdı ne de olsa.
Her girdiğim muharebede ona bir şeref, bir paye kazandırmıyor mu idim?
Benim bir tüfeğim daha bir sene evvel düşmanın taburunu imha ederken onun sicili de her kesin gıpta ettiği bir takdirname ile süslenmemiş mi idi?
"Haydi, Safa," dedim; "Her gittiğin yerden sağ salim dönüyordun, atılacağın bu karanlık kuyudan da bakalım çıkabilecek misin ?"
“Gidiyorum. Yalnız, bizi piyadesiz bırakmayınız" dedim.
Benim bu ricam yüzbaşıyı sükunete getirdi: "Size piyade gönderirim.“ dedi.
Ben, piyadesiz olarak siperleri işgal edeceğim, ondan sonra
da piyade gelecek. Çocukça bir şey ama askeri disiplin bunu emreder.
Tabancamı çekerek ileriye atıldım.
Bu, geceye tesadüf eden atılışlarımdan ikincisi idi. Bu atılışlarımı burada zikrederek kendime bir kıymet verdirmek istemiyorum. Çünkü Türk Ordusunda her subay aynı hareketleri yüzlerce defa tekrarlamasını gayetle iyi bilir. Yalnız, kendileri piyadesiz olarak hiç bir yere gönderilemez, hatta piyadesiz ve karanlık bir gecede meçhul bir istikamete sevk edilemez olduklarını zanneden makinalı tüfek subaylarına bu gibi istisnai muameleye maruz kalınabileceğini hatırlatmak isterim.
Arkamdan ve bir az uzaktan gelmelerini söylediğim İbrahim ve Mustafa Çavuşlar kademe halinde beni takip ediyorlardı.
Siperlere yaklaştığımı anlayarak yere yattım, ileriyi dinlemeye başladım: Uzaklardan atılarak başımızın üzerinden geçen kurşunlardan anlıyorum ki, düşman siperlerimize ateş etmektedir.
Tabancamı çekerek ileriye atıldım.
Bu, geceye tesadüf eden atılışlarımdan ikincisi idi. Bu atılışlarımı burada zikrederek kendime bir kıymet verdirmek istemiyorum. Çünkü Türk Ordusunda her subay aynı hareketleri yüzlerce defa tekrarlamasını gayetle iyi bilir. Yalnız, kendileri piyadesiz olarak hiç bir yere gönderilemez, hatta piyadesiz ve karanlık bir gecede meçhul bir istikamete sevk edilemez olduklarını zanneden makinalı tüfek subaylarına bu gibi istisnai muameleye maruz kalınabileceğini hatırlatmak isterim.
Arkamdan ve bir az uzaktan gelmelerini söylediğim İbrahim ve Mustafa Çavuşlar kademe halinde beni takip ediyorlardı.
Siperlere yaklaştığımı anlayarak yere yattım, ileriyi dinlemeye başladım: Uzaklardan atılarak başımızın üzerinden geçen kurşunlardan anlıyorum ki, düşman siperlerimize ateş etmektedir.
Çavuşlar da yanıma geldiler.
Kısa bir görüşme yaptıktan sonra hep birden ve aynı zamanda siperlere gidilerek tüfeklerin ateşe başlamasına emir verdim.
Çok seri bir hareketle siperleri işgal ettik.
Üçüncü tüfeğimiz tamir edilmek üzere geriye gönderilmiş bulunduğundan iki tüfekle ve kesik ateşlerle düşmana cevap vermeye başladık.
O sırada, yedek teğmen Ahmet Niyazi yanında altı er ile geldi.
Esasen bizim tabur, alayın müdafaa hattının orta kısmını işgal ediyordu.
Sağda birinci, solda üçüncü taburlar bulunuyordu.
Ahmet’e dedim ki:
Kısa bir görüşme yaptıktan sonra hep birden ve aynı zamanda siperlere gidilerek tüfeklerin ateşe başlamasına emir verdim.
Çok seri bir hareketle siperleri işgal ettik.
Üçüncü tüfeğimiz tamir edilmek üzere geriye gönderilmiş bulunduğundan iki tüfekle ve kesik ateşlerle düşmana cevap vermeye başladık.
O sırada, yedek teğmen Ahmet Niyazi yanında altı er ile geldi.
Esasen bizim tabur, alayın müdafaa hattının orta kısmını işgal ediyordu.
Sağda birinci, solda üçüncü taburlar bulunuyordu.
Ahmet’e dedim ki:
"Bu altı erden ikisini sağ, ikisini de sola göndererek
birinci ve üçüncü taburlarla irtibat temin edelim. İkisini de tüfeklerin arkasına
yatıralım."
Ahmet, getirdiği efrada aynı şekilde emir verdi.
İrtibata giden erler bir az sonra geldiler, taburların çekilmiş olduklarını söylediler.
Yalnız bizim taburun çekildiğini biliyorduk.
Şu halde cephe iki makinalı tüfek tarafından işgal edilmiş bulunuyordu.
Biz bu haberi alınca tehlikenin azameti ve bize tevdi edilen vazifenin dehşeti karşısında birbirimize söyleyecek kelime bulamayarak bir an sabit bakışlarla göz göze geliverdik.
Bu fevkalade hal birdenbire bana da tesir etmişti.
Ahmet, getirdiği efrada aynı şekilde emir verdi.
İrtibata giden erler bir az sonra geldiler, taburların çekilmiş olduklarını söylediler.
Yalnız bizim taburun çekildiğini biliyorduk.
Şu halde cephe iki makinalı tüfek tarafından işgal edilmiş bulunuyordu.
Biz bu haberi alınca tehlikenin azameti ve bize tevdi edilen vazifenin dehşeti karşısında birbirimize söyleyecek kelime bulamayarak bir an sabit bakışlarla göz göze geliverdik.
Bu fevkalade hal birdenbire bana da tesir etmişti.
Çavuşlarımın, o her birisini yüz düşmana değişmeyeceğim kahraman
askerlerimin bu karanlık gecede bir kaya parçası gibi dimdik duran vücutları
bana benliğimi iadeye, kanımı tutuşturmaya kâfi gelmişti.
Kan farkı olmayan Mehmetçiklerimle aramda yaş farkı da yoktu. Kardeş gibiydik. Beni bir amir değil, bir kardeş gibi sevdiklerini bundan evvelki muharebelerde candan hareketleri ile isbat etmişlerdi.
Seri ve kısa kelimelerle:
"Çocuklar,“ dedim; "vazifemizin büyüklüğünü şimdi anlamış bulunuyorsunuz. Burada düşmanı sonuna kadar oyalayacağız. Ölmek var, fakat esir olmak yoktur. Bunun için de benimle birlikte sonuna kadar dayanmaya yemin eder misiniz?"
Aldığım cevapta kelimeler sanki sözleşilmiş gibi hep bir ağızdan çıktı:
"Sen bizimle beraber olduktan sonra ölünceye kadar burada kalmaya yemin ederiz."
Sırf Türk ırkına mahsus olan bu ulvî sahneyi hatırladıkça gözlerim yaşarır ve tatlı bir duygu ile el an ürperirim.
Bu söz vermeden sonra silaha şevk ile sarılan numara erlerim önlerindeki geniş mıntıkayı, karanlığı kendilerine siper yapan düşmanın harekâtına mani olmaya başlamışlardı.
Tüfeklerin arasına yatırdığımız altı piyade eri de düşmanı hiç olmazsa uzun müddet aldatmak için ateşe başlamışlardı.
Şayanı hayrettir ki, etrafımızda vızıldayan binlerce kurşundan hiç bir kimsenin canı yanmadı. Bizim tesirimizin de derecesini bilmiyoruz tabii. Yalnız anlıyoruz ki; bu ateş altında düşman alçala alçala sürünen birer yılan haline gelmiş olacak ki, yakın mesafelerden değil, uzaklardan gelen mermilere maruz kalmaktayız.
Kan farkı olmayan Mehmetçiklerimle aramda yaş farkı da yoktu. Kardeş gibiydik. Beni bir amir değil, bir kardeş gibi sevdiklerini bundan evvelki muharebelerde candan hareketleri ile isbat etmişlerdi.
Seri ve kısa kelimelerle:
"Çocuklar,“ dedim; "vazifemizin büyüklüğünü şimdi anlamış bulunuyorsunuz. Burada düşmanı sonuna kadar oyalayacağız. Ölmek var, fakat esir olmak yoktur. Bunun için de benimle birlikte sonuna kadar dayanmaya yemin eder misiniz?"
Aldığım cevapta kelimeler sanki sözleşilmiş gibi hep bir ağızdan çıktı:
"Sen bizimle beraber olduktan sonra ölünceye kadar burada kalmaya yemin ederiz."
Sırf Türk ırkına mahsus olan bu ulvî sahneyi hatırladıkça gözlerim yaşarır ve tatlı bir duygu ile el an ürperirim.
Bu söz vermeden sonra silaha şevk ile sarılan numara erlerim önlerindeki geniş mıntıkayı, karanlığı kendilerine siper yapan düşmanın harekâtına mani olmaya başlamışlardı.
Tüfeklerin arasına yatırdığımız altı piyade eri de düşmanı hiç olmazsa uzun müddet aldatmak için ateşe başlamışlardı.
Şayanı hayrettir ki, etrafımızda vızıldayan binlerce kurşundan hiç bir kimsenin canı yanmadı. Bizim tesirimizin de derecesini bilmiyoruz tabii. Yalnız anlıyoruz ki; bu ateş altında düşman alçala alçala sürünen birer yılan haline gelmiş olacak ki, yakın mesafelerden değil, uzaklardan gelen mermilere maruz kalmaktayız.
Üzerimizde bir tenvir fişeği patladı. Derhal yere yattık.
Birinci fişeği bir kaç tanesi daha takip etti. Ortalığı birdenbire aydınlatarak
yavaş yavaş inen mermilerin sönmesini müteakip tüfek çıldırmış gibi işlemeye
başladı birdenbire.
Tüfeğin başında da bizzat İbrahim Çavuş var.
Fakat bu öyle bir ateş ki, namlunun ağzı birkaç metre ilerimizi göstermekte.
Tüfeğin başında da bizzat İbrahim Çavuş var.
Fakat bu öyle bir ateş ki, namlunun ağzı birkaç metre ilerimizi göstermekte.
Acemi bir erin atışını andıran bu hale tahammül edemeyerek
İbrahim Çavuşa bağırıyorum:
"Ne yapıyorsun İbrahim Çavuş, namlunun ağzını kaldırsana, boş yere neden mermi sarf ediyorsun?"
Gürültüden ne söylediğimi sanki anlamamış gibi atışa aynı şekilde halâ devam ediyor.
İbrahim Çavuşun bu hareketinden sinirlenmiştim.
Tüfeği almak için müdahale ettiğim zaman ateşi kesti ve yavaş bir sesle:
"Ne yapıyorsun İbrahim Çavuş, namlunun ağzını kaldırsana, boş yere neden mermi sarf ediyorsun?"
Gürültüden ne söylediğimi sanki anlamamış gibi atışa aynı şekilde halâ devam ediyor.
İbrahim Çavuşun bu hareketinden sinirlenmiştim.
Tüfeği almak için müdahale ettiğim zaman ateşi kesti ve yavaş bir sesle:
"Bir az evvel atılan tenvir fişeklerinden sonra düşmanın,
on metre kadar önümüzde süngülerinin parıldadığını ve bir takım hareketlerini
görür gibi oldum." dedi.
Burnumuzun dibindeki korkunç hakikati öğrenir öğrenmez her iki tüfeğe birden yakın mesafeden ateşe devam etmelerini ve şerit değiştirilmesi yaklaştığı zaman diğerine haber vererek cephemizin ateşsiz bırakılmamasına dikkat edilmesini söyledim.
Türk'ün ahlaki cevherlerinden işte bir numune daha:
İbrahim Çavuş, düşmanın, ateşimizden müteessir olmayacak kadar tüfeğin altına sokulduğunun farkına varıyor ve biliyor ki, bir duraklama veyahut şerit değiştirilmesi anında düşman bir sıçrayışta üzerimize çullanacaktır.
Bu hali ne yanındakilere ve ne de subayına duyurmayarak derhal nişancının elinden tüfeği alıp sürekli ateşe geçiyor ki, bu hareketi ile, maneviyatın sarsılması ihtimalinden korkarak durumu idare etmeye gayret sarf ettiği anlaşılıyordu.
Bu hal ne kadar devam etti, bilmiyorum.
Aksilikler yavaş yavaş kendisini göstermeye başladı.
Kirmastili Mustafa Çavuşun tüfeği inkıtaa başladı:
Namluda mermi kesiliyor, güç hal ile bertaraf ediliyor ve bu hal sık sık tekerrür ediyordu.
İbrahim Çavuşun muntazaman işleyen tek tüfeğine kalmıştık. Zaman da epeyce ilerledi. Bir az sonra gelip çatacak olan acı ihtimalleri düşünerek, burada kendisinden istifade edilemeyecek bir hal gösteren diğer tüfeği geriye götürüp sırtın eteklerinde bizi beklemesini Mustafa Çavuşa söylüyorum.
Hiç durmadan bir motor intizamı ile işleyen bu tüfekle baş başayız.
Şerit bitiyor, yıldırım sürati ile takılan ikinci şerit başlıyor ve böylece devam ediyordu. Çocuklar da makineleşmişlerdi sanki. Fakat ne olursa olsun her şeye rağmen beklenen akıbet birdenbire geldi çattı:
Düşman, kendisini saatlerce oyalayan bu makinalı tüfek kıtasına bütün hiddeti ile saldırdı.
Atılan birçok tenvir fişeklerini müteakip önümüzden başlayarak dalgalana dalgalana içerilere doğru uzayıp giden "HURRAAA" seslerini düşünüyorum da şimdi, kendi kendime gülüyorum:
Karşısında müstahkem bir mevki varmış gibi bütün gücü ile yaygara kopararak hücuma kalkan bu müthiş kuvvet acaba ne hale gelmiştir?
İşte, Atatürk’ün buyurdukları gibi: HATTI MÜDAFAA YOKTUR, SATHI MÜDAFAA VARDIR düsturunun tatbikindeki hikmet.
Tenvir fişekleri ve onu takip eden “HURRAAA"lardan sonra tüfek ateş kesmiş, efrat donmuş birer varlık halini almış, hareketsiz duruyor.
Burnumuzun dibindeki korkunç hakikati öğrenir öğrenmez her iki tüfeğe birden yakın mesafeden ateşe devam etmelerini ve şerit değiştirilmesi yaklaştığı zaman diğerine haber vererek cephemizin ateşsiz bırakılmamasına dikkat edilmesini söyledim.
Türk'ün ahlaki cevherlerinden işte bir numune daha:
İbrahim Çavuş, düşmanın, ateşimizden müteessir olmayacak kadar tüfeğin altına sokulduğunun farkına varıyor ve biliyor ki, bir duraklama veyahut şerit değiştirilmesi anında düşman bir sıçrayışta üzerimize çullanacaktır.
Bu hali ne yanındakilere ve ne de subayına duyurmayarak derhal nişancının elinden tüfeği alıp sürekli ateşe geçiyor ki, bu hareketi ile, maneviyatın sarsılması ihtimalinden korkarak durumu idare etmeye gayret sarf ettiği anlaşılıyordu.
Bu hal ne kadar devam etti, bilmiyorum.
Aksilikler yavaş yavaş kendisini göstermeye başladı.
Kirmastili Mustafa Çavuşun tüfeği inkıtaa başladı:
Namluda mermi kesiliyor, güç hal ile bertaraf ediliyor ve bu hal sık sık tekerrür ediyordu.
İbrahim Çavuşun muntazaman işleyen tek tüfeğine kalmıştık. Zaman da epeyce ilerledi. Bir az sonra gelip çatacak olan acı ihtimalleri düşünerek, burada kendisinden istifade edilemeyecek bir hal gösteren diğer tüfeği geriye götürüp sırtın eteklerinde bizi beklemesini Mustafa Çavuşa söylüyorum.
Hiç durmadan bir motor intizamı ile işleyen bu tüfekle baş başayız.
Şerit bitiyor, yıldırım sürati ile takılan ikinci şerit başlıyor ve böylece devam ediyordu. Çocuklar da makineleşmişlerdi sanki. Fakat ne olursa olsun her şeye rağmen beklenen akıbet birdenbire geldi çattı:
Düşman, kendisini saatlerce oyalayan bu makinalı tüfek kıtasına bütün hiddeti ile saldırdı.
Atılan birçok tenvir fişeklerini müteakip önümüzden başlayarak dalgalana dalgalana içerilere doğru uzayıp giden "HURRAAA" seslerini düşünüyorum da şimdi, kendi kendime gülüyorum:
Karşısında müstahkem bir mevki varmış gibi bütün gücü ile yaygara kopararak hücuma kalkan bu müthiş kuvvet acaba ne hale gelmiştir?
İşte, Atatürk’ün buyurdukları gibi: HATTI MÜDAFAA YOKTUR, SATHI MÜDAFAA VARDIR düsturunun tatbikindeki hikmet.
Tenvir fişekleri ve onu takip eden “HURRAAA"lardan sonra tüfek ateş kesmiş, efrat donmuş birer varlık halini almış, hareketsiz duruyor.
Öyle bir zaman ki, değil dakikalar, saniyelerin bile pek
büyük hayati ehemmiyeti var. Saniye deyip de geçmeyelim. Onun kıymeti böyle
anlarda anlaşılıyor. Yapılan şu hareketler, muhakkak ki beş on saniye
içerisinde olup bitmiştir.
İleride bir uğultu halinde devam eden gürültüleri dinlerken gözlerim tüfeğe ve onun yanında sessizce bekleşen askerlerime çevriliyor. Bu umutsuz duruşlar bende çok şiddetli ve acı tesir uyandırıyor, birden harekete geçiyorum. Sert bir sesle verdiğim emir, bu sahnenin fevkaladeliğine kendisini kaptırmış bulunan efradımı makineleştiriveriyor:
Tüfeği sökmeye bile vakit olmadığını gören çavuş ve nişancı tüfeğin sehpasından tutarak karanlıklara dalıyorlar. Tüfek ve numara erlerimin gözlerimin önünde uzaklaştıklarını görerek rahat bir nefes aldıktan sonra onları takibe hazırlanıyordum ki, arkamda pek yakın bir karaltının elini uzatarak bana Türkçe olarak:
İleride bir uğultu halinde devam eden gürültüleri dinlerken gözlerim tüfeğe ve onun yanında sessizce bekleşen askerlerime çevriliyor. Bu umutsuz duruşlar bende çok şiddetli ve acı tesir uyandırıyor, birden harekete geçiyorum. Sert bir sesle verdiğim emir, bu sahnenin fevkaladeliğine kendisini kaptırmış bulunan efradımı makineleştiriveriyor:
Tüfeği sökmeye bile vakit olmadığını gören çavuş ve nişancı tüfeğin sehpasından tutarak karanlıklara dalıyorlar. Tüfek ve numara erlerimin gözlerimin önünde uzaklaştıklarını görerek rahat bir nefes aldıktan sonra onları takibe hazırlanıyordum ki, arkamda pek yakın bir karaltının elini uzatarak bana Türkçe olarak:
"TÜRKO TESLİM." dediğini işitiyorum.
Bana seslenen bu karaltının arkasında bir sıra daha karaltı var.
"Türko teslim."
Bu iki kelime beynimin içerisinde uğulduyor. Kalbim yerinden fırlayacakmış gibi çarpıyor.
Teslim mi?
Ben mi size teslim olacağım?
Sizi saatlerce burada çivileyen bir Türk Makineli Subayı teslim olmayı bir lâhza hatırından geçirebilir mi? Burada size, bu şartlar altında teslim olmak demek bile bile süngülenmeyi göze almak demektir.
Bu muhakemem, bir radyo makinasının bir an içerisinde doğu ve batıyı birleştiren düğme çevrilmeleri kadar seri cereyan ediyor. Elimden bir an bile eksik olmayan "Parabellum"un kabzasını bir az daha sıkıyorum. Bu karaltıya ne olursa olsun tabancam ile cevap vermek ve sonra bir lastik top gibi karanlıklara fırlamak.
Öyle de ölüm var, böyle de.
Talih yardım eder de arkamdan atılan kurşunlar isabet etmezse ki, bu bana pek zayıf bir ihtimal olarak görünüyordu, her halde ölüm benim semtime bir daha uğramak zahmetine katlanmayacaktı.
"Türko teslim." diyen karaltı teslim'in "m"sini bitirir bitirmez Parabellumun ağzından fışkıran merminin "m"si ile karşılaşmıştı.
Aman Yarabbi... Bu anı hiç bir zaman unutamam:
Arkamda bir anda kopan çatırtılardan isabet almayı bekleyen bir hal ile gözlerimi kapamış, denize atılan bir yüzücü gibi karanlıklara dalarak uzaklaşmıştım. Gittiğim yer bayırdı. Bunun için atılan ilk kurşunları ilk sıçrayışta kat ettiğim mesafe dolayısıyla atlatmış, seri hareketlerle dere içerisindeki tüfeğime yetişmiştim.
29 Ağustos 1921
Bana seslenen bu karaltının arkasında bir sıra daha karaltı var.
"Türko teslim."
Bu iki kelime beynimin içerisinde uğulduyor. Kalbim yerinden fırlayacakmış gibi çarpıyor.
Teslim mi?
Ben mi size teslim olacağım?
Sizi saatlerce burada çivileyen bir Türk Makineli Subayı teslim olmayı bir lâhza hatırından geçirebilir mi? Burada size, bu şartlar altında teslim olmak demek bile bile süngülenmeyi göze almak demektir.
Bu muhakemem, bir radyo makinasının bir an içerisinde doğu ve batıyı birleştiren düğme çevrilmeleri kadar seri cereyan ediyor. Elimden bir an bile eksik olmayan "Parabellum"un kabzasını bir az daha sıkıyorum. Bu karaltıya ne olursa olsun tabancam ile cevap vermek ve sonra bir lastik top gibi karanlıklara fırlamak.
Öyle de ölüm var, böyle de.
Talih yardım eder de arkamdan atılan kurşunlar isabet etmezse ki, bu bana pek zayıf bir ihtimal olarak görünüyordu, her halde ölüm benim semtime bir daha uğramak zahmetine katlanmayacaktı.
"Türko teslim." diyen karaltı teslim'in "m"sini bitirir bitirmez Parabellumun ağzından fışkıran merminin "m"si ile karşılaşmıştı.
Aman Yarabbi... Bu anı hiç bir zaman unutamam:
Arkamda bir anda kopan çatırtılardan isabet almayı bekleyen bir hal ile gözlerimi kapamış, denize atılan bir yüzücü gibi karanlıklara dalarak uzaklaşmıştım. Gittiğim yer bayırdı. Bunun için atılan ilk kurşunları ilk sıçrayışta kat ettiğim mesafe dolayısıyla atlatmış, seri hareketlerle dere içerisindeki tüfeğime yetişmiştim.
29 Ağustos 1921
Düşman, işgal ettiği bu sırtlarda geceyi geçirmiş, ilerlemek
teşebbüsünde bulunmamıştı. Bu yüzden tümenimiz, bütün top ve makinalı tüfeklerini
bu sırta tevcih etti ve mukabil bir taarruzla bir hamlede geri alıverdi.
Gece muharebe ettiğimiz tepelerde tekrar bulunuyoruz.
Bu mukabil taarruz bizi, kahraman beşinci bölük komutanı Yüzbaşı Hüseyin Bey ile karşılaştırdı. Sırtlar işgal edildiği zaman onu, bir az evvel parçalanmış düşman cesetleri arasında bulduk. Bizimle bir müddet görüştükten sonra karanlıklar içerisine dalan ve gecenin kim bilir hangi saatinde hain bir kurşunun topraklara serdiği bu aziz şehit, Yunanlılar tarafından ceket ve pantolonundan tecrit edilmiş bir halde idi.
Gece muharebe ettiğimiz tepelerde tekrar bulunuyoruz.
Bu mukabil taarruz bizi, kahraman beşinci bölük komutanı Yüzbaşı Hüseyin Bey ile karşılaştırdı. Sırtlar işgal edildiği zaman onu, bir az evvel parçalanmış düşman cesetleri arasında bulduk. Bizimle bir müddet görüştükten sonra karanlıklar içerisine dalan ve gecenin kim bilir hangi saatinde hain bir kurşunun topraklara serdiği bu aziz şehit, Yunanlılar tarafından ceket ve pantolonundan tecrit edilmiş bir halde idi.
Onu, Müftümüz Necip Beyin ihtimamkar elleri ile ebedî metfeni
bulunan bu yeşil sırtın kucağına tevdi ettik.
Yüzbaşı Hüseyin Bey ne talihli bir şehitmiş ki, şehit olduğunun sabahı arkadaşları onu düşmanın elinden çekip almış ve gözyaşları arasında toprağın kucağına terk ederek başucunda düşman ile çarpışmaya başlamıştı.
Bugünkü muharebe dünkü gibi akşama kadar yalnız top ateşi altında değil, her iki tarafın şiddetli makinalı ve piyade ateşleri ile fasılasız devam ediyor. Güneşin rengi sarardıkça hüzün ve elem dolu mağmum çehresi belirmeye başlıyor. Bu sararan sırtın eteklerine doğru dağınık bir vaziyette yükselen ağaçların duruşlarında bile güçlükle ayakta kalmaya çalışan, beli bükülmüş birer yaralı hali var. Kim bilir onlar da kaç düşman kurşunu ile delik deşik olmuş, sallanan birer yaralı vücutlardır.
Az sonra çökecek olan karanlık bir gecenin gözlerden saklayacağı bu hazin akşam levhasına dalan gözlerim bir merminin kaldırdığı toz ve duman tabakası ile kapandı. Bunu, ardı arkası kesilmeyen infilaklar takip etti. Patlayan mermilerin çokluğu ve makinalıların üzerimizde teksif edilen ateşleri, düşmanın hücuma kalkmakta olduğunu bildiriyordu.
Arkama döndüğüm zaman Alay Komutanı Kamil Beyi gördüm. Elini omuzuma vurarak:
“Hemen şimdi tüfeklerini çek ve buradan uzaklaş." dedi.
Emri derhal tatbik ediyorum.
Yüzbaşı Hüseyin Bey ne talihli bir şehitmiş ki, şehit olduğunun sabahı arkadaşları onu düşmanın elinden çekip almış ve gözyaşları arasında toprağın kucağına terk ederek başucunda düşman ile çarpışmaya başlamıştı.
Bugünkü muharebe dünkü gibi akşama kadar yalnız top ateşi altında değil, her iki tarafın şiddetli makinalı ve piyade ateşleri ile fasılasız devam ediyor. Güneşin rengi sarardıkça hüzün ve elem dolu mağmum çehresi belirmeye başlıyor. Bu sararan sırtın eteklerine doğru dağınık bir vaziyette yükselen ağaçların duruşlarında bile güçlükle ayakta kalmaya çalışan, beli bükülmüş birer yaralı hali var. Kim bilir onlar da kaç düşman kurşunu ile delik deşik olmuş, sallanan birer yaralı vücutlardır.
Az sonra çökecek olan karanlık bir gecenin gözlerden saklayacağı bu hazin akşam levhasına dalan gözlerim bir merminin kaldırdığı toz ve duman tabakası ile kapandı. Bunu, ardı arkası kesilmeyen infilaklar takip etti. Patlayan mermilerin çokluğu ve makinalıların üzerimizde teksif edilen ateşleri, düşmanın hücuma kalkmakta olduğunu bildiriyordu.
Arkama döndüğüm zaman Alay Komutanı Kamil Beyi gördüm. Elini omuzuma vurarak:
“Hemen şimdi tüfeklerini çek ve buradan uzaklaş." dedi.
Emri derhal tatbik ediyorum.
Tüfeklerimi bir az aşağıdaki ağaçlığa doğru çekerken bizim
bir bölükle (Halil Turgut’un bölüğü olacak) düşmanın süngü hücumuna
giriştiklerini gördük.
Her iki taraftan acı haykırışlar devam ederken karanlık da çökmüş bulunuyor.
Kendisinden bir kaç misli büyüklükteki düşmanı mahirane bir hareket ile yerinde tespit eden bu bölük aradaki irtibatı da kesmeye muvaffak oldu.
Bölükler, bir manevra yapar gibi geride toplanarak verilen ricat emri mucibince tayin edilen istikamete yürüyüşe geçiyorlar.
Her iki taraftan acı haykırışlar devam ederken karanlık da çökmüş bulunuyor.
Kendisinden bir kaç misli büyüklükteki düşmanı mahirane bir hareket ile yerinde tespit eden bu bölük aradaki irtibatı da kesmeye muvaffak oldu.
Bölükler, bir manevra yapar gibi geride toplanarak verilen ricat emri mucibince tayin edilen istikamete yürüyüşe geçiyorlar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder