21 Mayıs 2012 Pazartesi

26 - Dua Tepe, Beylikköprü Muharebeleri


10 Eylül 1921
Alayımız ihtiyatta bulunuyor.
Otuz sekiz ve elli altıncı alaylar toplarımızın şiddetli ateşi altında Dua Tepe'ye taarruz ederek zapt ettiler. Subayları ile birlikte altı top esir alındı düşmandan.
Birinci Tabur ile bizim tabur Dua Tepe'yi gece aşarak ovaya nazır mevzilere girdiler.

11 Eylül 1921
Taburumuzun işgal ettiği mıntıka pek geniş, hatta Beylikköprü'ye koltuk kırmış bir vaziyette üç bin metre sağımızda bir bölüğümüz bulunuyor.
Saat on ikiye doğru Birinci Taburun işgal ettiği mıntıkadaki sol gerimize tesadüf eden tepelerden, taburumuzun istinat kıtalarına piyade ve makinalı mermisi sık sık düşmeye başladı.
Yüzbaşı Feyzi Bey ile vaziyeti tetkik ettikten sonra siperlerimizden elli metre kadar geride bir sel yarıntısı içerisinde bulunan tüfeklerimi geride yüksek sırta götürerek o tepeye ateş açmaklığım emredildi. Hiç ümit edilmeyen bir yerden taburumuzun arkasını tehdit eden düşman, çukurdan çıkıp da gerideki tepeye yetişinceye kadar bizi de epeyce ateş altına aldı.
Tüfeklerimi açık aralıklarla mevzie sokarak açtığım ateşin tepedeki düşmana yaptığı tesir gözle görülebilen bir hal almıştı. Yuvarlananlar, tüfeğine dayanarak geriye kaçışanlar görünüyordu.
Aşağıda düşmanın arkasını daha iyi görebilen tabur yaveri Ünyeli Teğmen Rasih Bey sevincinden: "Yaşa makinalı" diye bize haykırarak düşman üzerindeki tesirimizin tam ve çok şiddetli olduğunu bildiriyordu.
Tüfeklerimizden birisinin mevzi aldığı yer üçüncü tabura yakındı. O istikametten ağızdan ağıza gelen bir emir, alay komutanı tarafından ateşin kesilmesini ve alay komutanının bu makinalı subayını istediğini bildiriyordu.
Ateşi kestirdim.
Vaziyeti posta ile Yüzbaşı Feyzi Beye bildirerek alay komutanının yanına gittim.
Köyün ilerisinde bulunan mezarlığın içerisindeki mezar taşlarının arasında tabur komutanı ve bir kaç subay ile oturan Alay Komutanı İhsan Bey bana ne için, nereye ve kimden emir alarak ateş açtığımı hiddetli bir lisan ile soruyor ve : "Burada ateş edilecek ne olabilir?" der gibilerden hayretle ellerini açmış, benden izahat bekliyordu.
Karşı tepeyi göstererek:
“Orada düşman var. Yüzbaşımdan aldığım emir ile ateş açtım." dedim.
İhsan Bey hem dürbününü gözüne kaldırıyor, hem de "Ne münasebet efendim, düşmanın orada ne işi var" diye kendi kendine söyleniyordu.
Tam o sırada aşağıdan yukarıya tırmanan Erzincanlı Üsteğmen Ahmet Beyin bölüğüne düşmanın savurduğu bombayı gören alay komutanı: "Hep birlikte ateş edilsin" diye emir verdi.
Üçüncü Tabur makinalıları ve piyade bölükleri, bizim tüfekler o tepeyi kesif bir ateş çemberi altına aldılar. Bu ateş himayesinde askerlerimiz siperlere çıktılar.
Düşman firar etti.
Tehlike kalmadığından tüfekleri sabahki yerimize getirdik.
Geceyi sükûnet ile geçirdik.

12 Eylül
Hava bu gün çok güzel.
Gökyüzünde buluttan eser yok. Ilık bir sonbahar güneşi gerimizdeki tepelerle ovanın ortasında birbirinden ayrı birer melon şapka şeklindeki tepecikleri yaldızlıyor, devetüyü renginde birer hörgüç gibi duran bu küçük tepeciklerde düşmanın siper kazmak ile uğraştığı görünüyordu.
O tepelerin arkasında SAKARYA NEHRİ var.
Biz yine siperlerimizin gerisindeki derede bulunmaktayız.
Alay komutanı gelerek ovayı gözden geçirdi. Uzakta sağ ilerimizde koltuk teşkil eden bir bölüğümüzden bir, iki mangaya sıçrama hareketi için emir verdiler. Mangalar sıçradılar, hattan epeyce ilerilere kadar süründüler. Bu ileri harekete düşman şiddetle ateş açmaktan geri kalmadı. Anlaşılıyordu ki bu hareket, düşmanın oradaki kuvvetinin tespiti için yaptırılmıştı.
Bu vaziyette akşama kadar beklenildi.
Gruba bir saat kala taarruz emri geldi:
Sağ cenahta bulunan beş, yedi, dokuzuncu bölükler düşmana taarruz edeceklerdi.
Guruba yaklaşan güneşin menekşe rengi ile süslediği arkamızdaki sırtların her yerinden bize doğru manga manga başlayan ileri hareketi düşman topçusu şiddetle karşıladı.
Sıçrayan efrat, dereye, bizim yanımıza iniyor, oradan taburumuzu takviye ederek taarruza hazırlanıyordu.
Ateş şiddetlendi.
Güneş de gurup ediyor.
Aldığım emir üzerine ilerimdeki avcı hattına girerek düşman siperlerini ateş altında bulundurup taarruzu kolaylaştırmaya çalışacaktım.
Tüfekleri derhal mevzie sokarak birer toprak yığını gibi duran tepeciklerde beyaz çizgiler halinde görünen siperlere şiddetli ve fasılasız ateş açtırdım.
Mermi huzmesi siperlerde, kaynayan bir su sathında görünen hava kabarcıkları gibi fıkırdamaya başladığı zaman düşmanın bir az evvelki şiddetli ateşi birkaç kaçamak mermiye münhasır kalmıştı. Bunu gören askerlerimiz siperlerinden fırladılar. Yere yatmak lüzumunu hissetmeden gidiyorlardı. Onlar gittiler.
Fakat biz, topçunun isabetli ateşleri ile hırpalanıyor, düşmanın tanzim edilmiş ateşlerinden kurtulmak için ara sıra mevzi değişikliği yapmaya mecbur oluyorduk. Çünkü tüfeğin birisi isabet alarak nişancı da başından yaralanmıştı.
Yarım saat sonra efradımızın "ALLAH ALLAH" sesleri ovayı çınlatmaya ve düşman siperlerinin yakınlarından gelmeye başladı.
Düşman topçusu susmuş, biz de ateş kesmiştik.
Çöken karanlığın içerisinde neler oluyor diye sessiz ve heyecan içerisinde ileriyi dinlemeye başladık.
Sakarya üzerinden birdenbire yükselen bir ateş sütunu müthiş bir infilakı müteakip söndü.
Bu sütun, Beylikköprü’nün, firar eden düşman tarafından berhava edildiğini gösteriyordu.
Düşman, Sakarya'dan karşı tarafa tart edilmiş, ovayı derin bir sükût kaplamıştı.
Tekmil alay birleşti. Yürüyüşe geçilerek Sakarya'nın kenarındaki Kara İlyas Tepeleri’ne gidildi.
Ertesi gün de Sakarya kıyılarında bir sırt arkasına giderek orada bir kaç gün kaldık.

15 Eylül
Tümen Kumandanımız, o zaman Albay olan General Şükrü Naili, Yarbay Naci Bey ile birlikte taburumuza geldi. Şükrü Naili, yeni bir vazife ile tümenimizden ayrılıyor, Tümen Kumandanlığını da Naci Bey deruhte ediyordu.

7 Mayıs 2012 Pazartesi

25 - Çal Dağı Muharebesi

Soğulca Sırtlarından çekilen alayımız ortalık aydınlandığı zaman Haymana'ya yakın, düz ve barınması müşkül bir arazide bulunuyordu.
Burada, gelmekte bulunan düşmanı karşılamaya karar verilerek siper kazılması emredildi. Arazi toprak olduğu için siperler az zamanda meydana gelmekte, tüfekler de yerlerine yerleştirilmekte idi.
Güneş yükselmiş, düşman avcı hatları da uzaktan görünmüşlerdi. Bu avcı hatları, önümüzdeki Eski Çalış Köyü'ne (Esen) girerek sağımıza düşen ve bir duvar şeklinde yükselen Çal Dağı'na yönelmişti. Yani bize sağını çevirerek yürüyordu. Birbiri arkasından pek çok kademelerle ilerleyen bu hatlar, bir az sonra Çal'a tırmanmış, orada bulunan kuvvetlerimize hücum etmişti.
Muharebe çok kanlı safhalar geçirmekte.
Orada, düşmanın bu üstün kuvvetleri karşısında çekilen kuvvetlerimizin mukabil taarruzla düşmanı tekrar püskürttüğü görünüyor, fakat daima artan kuvvetleri ile düşman yeniden taarruz ediyor, bizimkiler kahramanca direniyor, düşman yine geriliyor, akıp gelen taze kuvvetlerle takviye edilerek yeniden taarruza geçiyor, bizimkiler ise her taarruza mukabil taarruzla cevap veriyorlardı.
İleri ve geri bir çalkantı halinde devam eden bu muharebeyi, bizim de cephemizden ilerlemekte bulunan yürüyüş kollarının açılıp yayılan avcı hatlarına çevrilen nazarlarımızla orada terk ettik.
Düşman henüz bize çok uzak. Topçu ise cephemize bir tek mermi bile atmadı. İşte bu sırada birdenbire yanımızda Yusuf İzzet Paşa'yı ve maiyetini gördük.
Paşa, yanaşan düşmana bir lahza baktıktan sonra bir takım emirler vererek seri adımlarla atına doğru ilerledi, on metre kadar gerisinde patlayan ilk merminin toz ve dumanları arasında uzaklaştı.
İşte böyle bir anda düşman avcı hatları oldukça yanaşmış ve ilk mermi de arkamızda patlamışken yeni gelen tümene yerimizi teslim ederek geriye çekilmek emrini alıyoruz ki, bu değişme emrinin bir yıldırım sürati ile tatbiki cidden mahirane olmuş, hiç zayiat verilmeden yerine getirilmişti.
Mevzilerin gerisinden geçerek, top ateşi altında Haymana'nın kuzeyindeki dere içerisinde bir köye geldik. Akşama yakın da hareket ederek tekrar cepheye yanaştık.
Bu defa geldiğimiz mıntıka, sabahleyin üzerinde muharebeyi seyrettiğimiz Çal Dağı idi.
Aldığımız vazifenin taarruz olduğunu anlamıştık.
Mühim bir nokta olan Çal'ın düşman tarafından işgal edildiği ve oranın tekrar geri alınması icap ediyordu.
Bu Çal Dağı mıntıkası, girintili, çıkıntılı ve birbirine hâkim tepecikler, aralarında dar ve geniş boğazlarla karmakarışık bir tepeler silsilesi.
Buralar Çal'ın içerisi ve arka kısmıdır. Ön kısmı, yeni yani düşmanın işgal ettiği yerler yalçın ve dikti. Aşağılara doğru yüzlerce kaya parçaları ve yarmalar var.
Akşama yakın alayın tekmil taburları resmigeçit yapar gibi takım koluna girdiler. Bu takımların arasına biz de makinalı tüfeklerimiz ile dahil olduk.
Takımlar birbiri peşine alay komutanının önünden geçerek hattı balaya yanaşıyor ve orada derhal ava çıkarak hattı balayı aşıyorlardı.
Akşamın hafif karanlığında açılıp yayılan yüzlerce gölgelerin, Çal'ın sema ile birleştiği yerden boşluğa atılır gibi akıp gittikleri görünüyordu.
Çal'ın şahikalarını semadan çöken bir bulut gibi kaplayan alayımız, karşısına geçilmesi imkânı olmayan bir sel akışı ile önüne kattığı düşmanı silip süpürmüş, Çal'ın eteklerine yığmıştı.
Avcı hatlarımız bir yıldırım gibi aşağılara doğru akarken tüfeklerimiz de bu yüksek kayaların kovuklarından düşman kulaklarını çınlatan acı kahkahalarına başlamış bulunuyordu.
Avcıların üzerinden açtığımız şiddetli ateş, dere içerilerine yığılan düşmanı sindirmeye mecbur etmişti.
Karanlık iyice basarken vazifesini hakkı ile gören alayımız geri çekilerek Çal Dağı hattını tuttu.
Yani, bizim bulunduğumuz hatta mevzi aldık.

1 Eylül 1921
Haymana civarının en yüksek bir dağı olan Çal'ın zirvesinde geceyi soğukta titreyerek geçirdik. Güneş doğarken düşmanın ve bizim toplar ateşe başladılar.
Üstün düşman topçusu bir kaç topu ile bizim toplarla düello ederken bir kısım topları ile de siperlerimizi kontrol ederek endahtını tanzim ve tespit ediyordu.
Bütün hattımız, onar, on beşer metre aralıklarla ve muntazaman şarapnel ve danelerle dövülmekte idi.
Ünyeli Teğmen Ziya Bey yanıma geldi. Taarruzun yakın olduğuna hiç şüphe götürmeyen düşmanın bu muntazam atışını görerek derhal kıtasının başına koşmak mecburiyetinde kalmıştı.
Bir müddet sonra düşman topçusunun atışları daha da sıklaşmış, etrafımızda kaya parçalarından ibaret bulunan siperlerimizde taşlar uçuşmaya başlamıştı.
Düşman, taarruza kalktı.
Tüfeklerimiz de sürekli ateşe geçtiler.
Fakat pek çok yarlardan ve taş kovuklarından ibaret bulunan Çal'ın etekleri düşmanın avcılarını saklayabiliyordu. Geceden istifade ederek Çal'ın ön kısmına toplanan düşman da pek yakınlara kadar sokulmuş bulunuyordu.
Geriden gelen avcı hatları ise yeni ve taze kuvvetlerdi.
Efrad, Kokar Tepe ve Soğulca Sırtları Muharebeleri’nden sonra Çal'a taarruz gibi geceli gündüzlü çarpışa çarpışa çok yorgun düşmüş, mevcudu da azalmış bulunuyordu.
Düşmanın her gün değişen taze kuvvetlerine karşı sonuna kadar dayanmak ve o zinde kuvvetleri kör, topal ve ezilmiş bir hale soktuktan sonra bir az daha geriye açılmak suretiyle muharebe eden kıtalarımız ricat ederek Çal'ın eteklerinde ateşten korunan yerlerde toplanmışlardı.
Siperlerden altı ila yedi yüz metre kadar aşağıda üç tabur komutanı, yanlarında çok noksan mevcutlu kıtaları ile beklemektedirler.
Alay Komutanı Kamil Bey de çok ağır yara alarak geriye gitmiş bulunuyor.
Alayın, mukabil taarruzla Çal'ı işgali için emir geldi. Bu taarruzun akşam karanlığı ile yapılmasına karar verildi.
Karanlık basarken de taburlar Çal'a ilerlemeye başladılar. Siper denilebilen eski yerlerimize yaklaşmıştık ki, düşmanın çok sert ateş mukabelesine maruz kaldık. Bir az daha ilerleyince dört tarafımda patlayan bombalar bütün ümitlerimi kırmış, düşmanın kucağına düşmüş bir hale geldiğimizi zannederek kendimi derhal yere atmıştım.
Efradım da aynı hareketi yaptılar.
Böyle pek yakın ve her taraftan bombaların patlamasından, taş kovuklarına saklanarak bizi bomba ateşi ile imhaya çalışan düşman ortasında kaldığımıza hükmetmiştim.
Fakat bu simsiyah karanlıkları parlatan bomba sahiplerinden ses seda çıkmayınca bunun, bomba makinalıları tarafından atıldığını anladık, müsterih olduk.
Siperlerimize geldik.
Siperleri terk ederek Çal'ın eteklerine yamanan düşmanın bomba makinalıları sabaha kadar işlediler. Bu müziç ateş, uykuya hasret çeken gözlerimizi bir an bile kapamamıza mani oluyordu. Çünkü gökyüzünde kırmızı bir kavis çizerek geldiğini gördüğümüz bombalar bir kaç metre önümüze veya arkamıza düşüyorlardı. Böyle, gözle görünen ve bir ucu düşmanda bulunan kızıl yayların ölüm ucu bizde iken göz kapamanın imkânı var mı ki?

2 Eylül 1921
Düşmanın durumu sabah erkenden tahakkuk etti:
Siperlerimizin ilerisinde vücuda getirdikleri duvar gibi yüksek taş siperlerin arkasına bomba makinalıları, ufak delikler arasına da nişancı efradı yerleştirilmiş.
Elini veyahut kolunu kim bir az kaldırsa derhal yaralanıyordu.
Düşman Topçusu da akşama doğru birdenbire sürekli ateşe başladı. Siperlerin üzerine düşerek taşlara çarpan daneler pek müthiş bir manzara arz ediyordu. Zira her taş binlerce parçalara ayrılıyordu. Düşman tekrar taarruza kalkınca efrat çekildi.
Yüzbaşı Feyzi Bey dört beş piyade eri ile yanıma gelerek en sona kalmaklığımı bildirdi.
Tüfek bir şeridi ikmal etmiş, ikinci şeride başlamış ve onu da yarıya getirmişti ki, sağ ve solumuzdan siperlere düşmanın girdiğini gördük.
Hiç durmadan yalnız başına işleyen tüfeklerimiz topçunun bütün ateşini üzerine çekmişti. Tepemizde patlayan bir şarapnel, yüzbaşının getirdiği erlerden ikisinin şehadetine sebep oldu, merminin büyük tapası da yüzbaşının ayağının dibine düştü.
Çekilmemiz icap ediyordu artık.
Feyzi Bey bana işaret ederek uzaklaşırken en geriye kalan tüfeklerimiz de düşman ile burun buruna bir halde siperleri terk etmek mecburiyetinde kalmıştı.
Süratle geriye çekilirken arkama döndüğüm zaman düşmanın, ayakta bize ateş etmekte olduğunu gördüm.
Aşağıda bir boğaz, yalnız bir geçit vardı. Efrat bu geçitten akıp gidiyor ve orası da bu yüzden top ve piyade mermisi altında bulunuyordu. Hâlbuki iki dağ arasında bulunan bu geçidin sağ ve solları iki dağın eteğine tesadüf ettiğinden dağınık ve az bir ateşe maruz kalabileceğini düşünerek efradımı bu cihete sevk ettim.
Omuzunda koca bir makinalı tüfek olduğu halde Çarşambalı Arslan Hüseyin önümde yıldırım gibi gidiyor, sevgili tüfeğini bu tehlikeli mıntıkadan uzaklaştırmaya çalışıyordu. Bu fedakâr çocuk o gün bir bel ağrısına tutuldu. Tedavisi imkânsız görüldü. Seneler sonra sorup, soruşturup beni bulduğu zaman bir tarafa eğilerek yürüdüğünü gördüm, sebebini sordum: "O günden hatıra" dedi.
İmam Necip’e yetiştim (müftülükten tekaüt olduktan sonra vefat etmiştir). Cübbesini sallayarak koşuyordu.
"Hocam, ayağını aç, cübbeni topla ve şu burunu dönmeye çalış" dedim.
Bir az sonra ateşten kurtulmuştuk.
Fakat ileride bir düzlük geçilecekti. Tekrar ateşe maruz kalacaktık.
Tüfekleri hayvanlara bindirdik, yekdiğerinden açık aralıklarla ve marş marşla önümüzdeki düzlüğe ilerledik.
Yanımızda (merhum) teğmen Hüsamettin, üsteğmen Ragıp (merhum) ve birçok subaylar vardı.
Hüsamettin birden attan düştü. Fakat kalkarak tekrar bindi, bütün kuvveti ile sürmeye başladı. Meğer aldığı yaranın tesirinden düşmüş.
Basık bir yere gelmek suretiyle ateşten kurtulduk.
Karanlık bastı.
Gerideki sırta geldik. Tabur ve alay orada toplanıyordu. Taburun mevcudu makinalı hariç, yirmi ere düşmüştü. Ertesi gün Kadıköy bahçelerinin güney sırtlarında bu zayıf kuvvetle mevzi izhar ederek düşmana karşı koyacaktık.
Düşman ise öyle bir hal almıştı ki, kendisinde ne takip edebilecek kuvvet, ne de bunu göze alabilecek cesaret kalmıştı.
Taze çimenler üzerinde birer gözyaşı gibi parlayan çiğler sabah güneşi altında titreyerek sönüyor, uzaklardan esip gelen tertemiz sonbahar rüzgârı yorgun çehrelere yeni bir hayat serpiştiriyordu. Kazma ve küreklere sarılan Mehmetçiklerin kin ve intikam dolu gözlerini düşman istikametine çevirerek kazmalarını yere sapladıkları zamandı ki, güneşin doğduğu yollardan düşmanın beynine ateşler, yıldırımlar yağdıracak demir bir kolun müthiş bir yumruk haline doğru uzandığını gördük.
Tam mevcutlu İkinci Tümenimizdi bu gelenler.
Bizi geriye çektiler.
Dereköy önünde açık ordugâh tesis ettik.
Gelen ikmal efradı ile bölükler eski dolgun mevcutlu hallerini buldular.
Eylül'ün sekizine kadar istirahat ve hem de talim ile vakit geçirildi burada.